BS Ekonomi Bağımsız Medyasını Destekleyin
Eğer abone iseniz giriş yapınız.
Donald Trump ve Cumhuriyetçi Kimlik Krizi: Buckley’den Bugüne Popülizmin Evrimi
Donald Trump, Cumhuriyetçi Parti’yi kendi vergi ve harcama planına ikna etmek için tehditkâr bir söylem kullanırken, bu uzun süreçte sergilediği en çarpıcı tavır aynı zamanda en çekingen olanıydı. Mayıs ayında sosyal medyada yaptığı bir paylaşımda, kendisinin ve diğer herkesin zenginlere yönelik bir vergi artışını “hoşgörüyle” kabul edeceğini yazdı. Ardından pasif-agresif bir ekleme yaptı: “Cumhuriyetçiler muhtemelen bunu yapmamalı ama yapsalar da sorun yok!!!”
Trump, Cumhuriyetçilerin, vergi artırımı konusunda verdikleri sözleri bozarlarsa Demokratların ellerine koz vereceğinden duydukları korkunun yersiz olduğunu savunuyordu. Aksine, zenginlere vergi koymanın hem MAGA kitlesine mantıklı geleceğini, hem de Demokratların kalan birkaç eleştiri argümanını elinden alacağını görüyordu. Time dergisine verdiği bir röportajda şöyle demişti: “Milyonerlere vergi koyarsam, orta sınıfı korumak için yaparım. Bunu seviyorum.”
Trump’ın popülist siyaseti ve partisinde yarattığı çelişkiler yeniymiş gibi sunulsa da, bu aslında onlarca yıllık bir kimlik krizinin son perdesi. Bu durum, Trump’ın yaklaşık 1000 sayfalık “One Big Beautiful Bill Act” adlı yasa tasarısını ve bu yaz yayımlanan başka bir 1000 sayfalık metni, William F. Buckley biyografisini, yan yana koyunca netleşiyor. Buckley, 1960’larda Ronald Reagan’ın seçilmesine katkı sağlayan, anti-devletçi ve düşük vergici bir muhafazakâr figürdü. Ancak o bile, devlet programlarına bağımlı hâle gelen Cumhuriyetçi seçmen kitlesiyle muhafazakâr ideoloji arasındaki çelişkiyle boğuşuyordu.
Trump’ın şahsi egosu Buckley’inkinden bile daha büyük olabilir, ama partinin bilinçaltı hâlâ Reagan dönemine takılı. Trump’ın zenginlere yönelik vergi artışı karşısındaki çekingenliği, geriye dönük vergi indirimleri ve borçları büyütse de “büyüme hepsini telafi eder” gibi yüzeysel vaatleri bunu gösteriyor. Reagan dönemindeki gibi sade bir vergi sistemi hedefi yok. Aksine, Trump döneminde vergi sistemi, örneğin bahşiş alan çalışanlar gibi seçilmiş gruplara yönelik özel indirimlerle daha da karmaşık hâle geldi.
Buckley’nin biyografisini yazan Sam Tanenhaus’a göre, o tam anlamıyla bir gazeteci ya da teorisyen değil, sahnede oynamayı seven bir ideologdu. Gerçeklerle ilişkisi çoğu zaman araçsaldı. McCarthy gibi saldırgan figürleri, kendi tarafında olduklarında savunmaktan çekinmedi. Trump gibi o da politikayı büyük bir gösteri alanı olarak görüyordu. Nitekim, ikisi de bir dönem McCarthy’nin baş hukuk danışmanı olan Roy Cohn’un barodan atılmasını engellemek için ifade vermişlerdi.
Buckley’nin kültür savaşçılığı ve üniversiteleri ideolojik cephe olarak görmesi de Trump’la benzeşiyor. 1965’te New York belediye başkanlığına muhafazakâr aday olarak girdiğinde bu bir şaka gibiydi. Ama TV’deki ustalığı, doğrudan konuşma tarzı ve güvenlik konularına vurgu yapması onu hem Demokrat hem Cumhuriyetçi tabanda cazip hâle getirdi. Üçüncü sırada bitirdi ama Nixon bile onun Cumhuriyetçi Parti’yi radikal sağa çekme potansiyelinden endişe duyuyordu. Zamanla bunu da başardı.
Buckley’nin hiçbir zaman yazamadığı kitap “Kitlelere Karşı Ayaklanma” başlığını taşıyacaktı. Bir dönem siyah Amerikalıların oy hakkının elinden alınmasını savunuyordu. Bu durum, onun popülizmle olan uyumsuzluğunu gösteriyor. Öte yandan, Trump kültürel elitler tarafından hiçbir zaman kabul görmedi: “New York’taki zevk sahiplerinin iyi niyetini asla kazanamayacağım,” demişti bir zamanlar. Oysa Buckley’nin kitapları The New Yorker’da tefrika ediliyor, “Firing Line” adlı programı Amerikan kamu televizyonunda yayımlanıyordu. En çok gurur duyduğu bölüm, 1978’de Reagan’la Panama Kanalı Antlaşması üzerine yaptığı tartışmaydı. Reagan, Trump gibi, antlaşmaya karşı çıkmıştı. Buckley ise ciddi ve prensipli bir şekilde insan hakları mı yoksa ulusal gurur mu daha önemli? sorusunu gündeme getirmişti.
İşte eski Buckley muhafazakârlığını yeni Trumpçı popülizmden ayıran çizgi bu. Buckley’nin ideolojik mücadelesi, komünizme karşı verilen gerçek bir savaştı. Anti-devletçilik ve serbest piyasa savunusu bu zemine oturuyordu. Sovyetler Birliği’nin yıkılması, insanlık için bir kazanç ama Amerikan sağının siyasi tutarlılığı açısından bir kayıptı. Bugün Trump’ın partisinde bu ilkeler, sadece kas hafızası olarak kalmış durumda.
Trump kendini “muhafazakâr” olarak tanımlasa da ticarete ve eğitime kendi siyasi çizgisine uymaları için baskı uyguluyor. ABD Çelik şirketinde “altın hisse” alarak üretim araçlarını denetleme yetkisi aldı. Yine de eski etiketlerin hâlâ etkili olması nedeniyle, New York’un Demokrat belediye başkan adayını “gerçek bir komünist” ilan etmekten keyif alıyor — oysa bahsi geçen kişi sadece sosyal medyada parlayan başka bir Demokrat.
Ama bu, başka bir yazının konusu. ■