BS Ekonomi Bağımsız Medyasını Destekleyin
Eğer abone iseniz giriş yapınız.
# ABD’nin Yeni Gümrük Tarifelerinin Asya İthalatına Etkisi
## ABD’nin gümrük tarifeleri ve ticaret politikalarının nedenleri ve hedefleri
ABD yönetimi son dönemde modern tarihin en yüksek gümrük tarifelerini devreye sokarak ticaret politikasında radikal adımlar attı. Bu yeni tarifeler kapsamında tüm ithalata %10 oranında bir temel vergi ve belirli ülkelere daha da yüksek ek tarifeler uygulanmaya başlandı; böylece ABD, yüzyılı aşkın süredir görülen en yüksek ticaret bariyerlerini oluşturmuş oldu. Bu hamleler küresel serbest ticaret dönemine meydan okurken, altında yatan nedenler ve hedefler şöyle özetlenebilir:
Yerli üretimi korumak ve canlandırmak: Başkan Trump, getirdiği tarifelerin Amerikalı tüketicileri daha fazla yerli mal almaya teşvik edeceğini, bu sayede Amerikan imalat sektörünü ve istihdamını canlandıracağını savunuyor. Artan ithalat vergilerinin, yurt içi üreticilere yabancı rakiplere karşı avantaj sağlayarak ABD’de üretim ve yatırımı teşvik etmesi bekleniyor.
Ticaret açığını azaltmak: Uygulanan tarifelerin bir diğer amacı, ABD’nin yıllardır verdiği büyük dış ticaret açığını kapatmak. Trump yönetimi, ABD’nin diğer ülkelerden aldığı malların değerinin sattıklarından çok fazla olmasını bir zafiyet olarak görüyor ve ithalatı pahalılaştırarak bu makası daraltmayı hedefliyor.
Ulusal güvenlik ve adil ticaret prensipleri: Washington, kritik sektörlerdeki dışa bağımlılığın azaltılmasını bir ulusal güvenlik meselesi olarak ele alıyor. Yeni yönetimin milliyetçi ticaret ajandası, imalatı ülkeye geri getirmeye, haksız ticaret uygulamalarını düzeltmeye ve stratejik teknolojilerde ABD’nin üstünlüğünü korumaya odaklanmış durumda. Bu kapsamda, Çin gibi ülkelerin yıllardır “hilekâr” yöntemlerle ABD’yi ekonomik olarak zarara uğrattığı anlatısı kullanılarak tarifeler meşrulaştırılıyor.
Müzakere kozu ve baskı unsuru: Tarifeler aynı zamanda ABD için bir pazarlık aracı işlevi görüyor. Trump bu yüksek vergilerin diğer ülkeler üzerinde baskı yaratarak yeni anlaşmalarda taviz koparmak için “bize müzakere gücü veriyor” olduğunu belirtmiştir. Nitekim tarifelerin anons edilmesiyle dünya genelinde sert tepkiler yükselmiş ve birçok ülke müzakere masasına oturarak ABD ile yeni ticaret koşulları arayışına girmiştir.
Yukarıdaki nedenler doğrultusunda başlatılan yeni tarife dalgası, 2018’deki ilk ticaret savaşı dönemini dahi aşan boyutta bir etki potansiyeli taşımaktadır. Smoot-Hawley sonrası dönemin en yüksek ortalama ithalat vergileri söz konusu olurken, ABD yönetimi büyüme pahasına da olsa dış ticarette yapısal bir dönüşüm hedeflemektedir. Bu politikanın ilk sonuçları, Asya’dan ABD’ye ithalat akışında keskin bir düşüş olarak kendini göstermeye başlamıştır.
ABD perakendecilerinin ve üreticilerinin ithalatta beklediği %20-30 oranındaki düşüşün kısa ve orta vadeli etkileri
ABD perakende sektörü, stok fazlası ve yeni tarifelerin etkisiyle önümüzdeki aylarda ithalat hacimlerinde %20-30 aralığında keskin bir düşüş öngörüyor. Yukarıdaki grafikte, Ulusal Perakende Federasyonu’nun 2024 başından 2025 ortasına kadar yıllık bazda beklenen ithalat kargo hacmi değişimi gösterilmektedir. Mart 2025 tahminleri bile hafif bir düşüşe işaret ederken, Nisan 2025 itibarıyla yapılan revizyonlar ithalat hacminde yıl sonuna doğru %-20’leri aşan daralmalar öngörmektedir. Böyle bir düşüş oranı, 2008-09 küresel krizi ve 2020 pandemi dönemi dışında son çeyrek yüzyılda görülmemiş bir ticaret daralması anlamına gelmektedir.
Amerikalı perakendeciler ve imalatçılar, artan maliyetler ve belirsizlikler karşısında stok eritme (destocking) stratejisine yönelmiş durumdalar. Yılın ilk çeyreğinde firmalar, beklenen gümrük artışları öncesinde ellerini güçlendirmek adına ürün ithalatını öne çekerek stoklarını doldurdular. Bu önceden mal çekme (front-loading) davranışı, ilk çeyrek ithalat rakamlarını yapay olarak yükseltirken, ikinci çeyrekten itibaren tersine bir eğilimin başlamasına yol açtı. Kısa vadede firmalar ellerindeki yüksek envanteri eriterek yeni ithalatı minimuma indirmeye çalışıyorlar. Bu durum ABD’ye gelen konteyner hacimlerinde belirgin bir düşüşe ve başta Çin olmak üzere Asyalı tedarikçiler için siparişlerde azalmaya neden oluyor.
Orta vadede ise bu stok tüketme eğiliminin sınırlarına ulaşılması bekleniyor. Raflar ve depolar belirli bir kritik seviyenin altına indiğinde, perakendeciler ve üreticiler açısından yeniden ithalata yönelmek kaçınılmaz hale gelecek. Ancak bu yeniden stoklama ihtiyacı ortaya çıkana dek, birkaç aylık süreçte ABD iç pazarında ithalat kaynaklı ürün bolluğu yerini kademeli bir arz sıkışmasına bırakabilir. Bazı ürün kategorilerinde stokların tükenmeye yüz tutması halinde tüketiciler talep ettikleri ürünü bulmakta zorlanabilir; bu da satış kayıpları ve kalıcı talep tahribatı riskini beraberinde getiriyor. Örneğin, dayanıklı tüketim mallarında tüketiciler yüksek fiyatlar nedeniyle alımı erteleyebilir, bu da talebin bir kısmının kalıcı olarak kaybolması anlamına gelebilir.
Bu ithalat daralmasının ekonomi geneline de yansımaları olacaktır. İthalat hacmindeki sert düşüş, ABD’nin toplam ticaret dengesini kağıt üzerinde iyileştirirken, öte yandan küresel tedarik ağlarındaki yavaşlamanı enflasyonist baskıları artırması mümkündür. Kısa vadede talebin yavaşlaması fiyat artışlarını sınırlasa da, orta vadede düşük stoklar nedeniyle ürün kıtlıkları yaşanırsa fiyatlar yeniden yukarı çekilebilir. Finans kuruluşları bu gelişmeler ışığında ekonomik görünümü aşağı yönlü revize etmektedir: JP Morgan, tarifelerin devreye girmesiyle küresel ekonominin yıl sonuna kadar resesyona girme olasılığını %40’tan %60’a yükselttiğini açıkladı. Yani, ithalattaki %20-30’luk düşüş yalnızca ticari istatistikleri değil, küresel büyüme ve finans piyasalarını da sarsabilecek önemde görülüyor.
Özetle, ABD’li perakendecilerin beklediği bu sert ithalat düşüşü kısa vadede stokların hızlı tüketilmesi, tedarik zincirinin yavaşlaması ve olası fiyat dalgalanmaları şeklinde etkiler yaratacaktır. Orta vadede ise azalan stoklar nedeniyle zorunlu bir yeniden stoklama döngüsü başlayacak olup, bu noktada şirketlerin nasıl bir strateji izleyeceği kritik hale gelecektir.
Şirketlerin stok yenileme stratejilerinde yaşanacak dönüşüm, artan maliyetler ve alternatif tedarik kaynaklarına yönelim
İthalattaki düşüş ve mevcut envanterlerin erimesiyle birlikte, ABD’li şirketler yeniden stoklama dönemine hazırlanırken stratejilerini kökten gözden geçiriyorlar. Bu yeni dönemin en belirgin özelliği, tarifelerin getirdiği artan maliyetler karşısında şirketlerin daha temkinli ve esnek bir tedarik yaklaşımına geçiş yapmasıdır. Stok yenileme sürecine girildiğinde firmalar, ihtiyaç duydukları ürünleri eskisi gibi tek bir kaynaktan ve düşük maliyetle temin edemeyeceklerinin farkında. Tarifeler, ithal girdilerin maliyetini yukarı çektiği için, şirketler ya bu maliyeti fiyatlara yansıtmak ya da tedarik zincirlerini yeniden düzenleyerek maliyet artışını dengelemek zorunda kalacaklar.
Bu bağlamda, birçok firma talebi azaltma ve ürün portföyünü değiştirme yoluna da gidebilir. Goldman Sachs analistleri, tarife kaynaklı fiyat artışları nedeniyle bazı ürün kategorilerinde talebin belirgin şekilde düşmesini bekliyor. Özellikle fiyat esnekliği yüksek, yani zam gelince tüketimi kolayca kısılabilen ürünlerde satış hacimleri gerileyebilir. Bu da şirketlerin hangi ürünleri stoklayacağına dair kararlarını etkiliyor; maliyeti çok artan veya talebi düşen ürünlerin stoklanması yerine, daha ulaşılabilir alternatif ürünlere odaklanabilirler.
Diğer yandan, tedarik zincirlerinde çeşitlendirme artık zorunlu bir strateji haline geliyor. Şirketler stoklarını yenilerken alternatif tedarik kaynaklarına yönelmeye başlamış durumda. Amaç, tek bir ülkeye veya bölgeye bağımlı kalmadan, tarifelerin daha düşük olduğu veya hiç uygulanmadığı ülkeler üzerinden mal temin etmek. Örneğin, bir ABD ithalatçısı, Çin’den doğrudan ürün getirmek yerine, benzer ürünü Vietnam veya Malezya gibi tarifesi daha düşük bir Asya ülkesinden tedarik etmeyi tercih edebilir. Bu sayede nihai ürün yine ABD pazarına ulaşır ancak tarife maliyeti düşürülmüş olur. Nitekim Goldman Sachs raporu, Asya-ABD arasındaki mal akışının yeniden şekillenirken, şirketlerin önemli bir kısmının ürünlerini üçüncü ülkeler üzerinden yönlendirmeye başladığını belirtmektedir.
Stok yenileme stratejilerindeki bu dönüşüm, aynı zamanda envanter yönetim felsefesinin de değiştiğini gösteriyor. Salgın dönemi ve sonrasında görülen tedarik sorunları, şirketlere “just-in-time” (tam zamanında) yerine kısmen “just-in-case” (ne olur ne olmaz) yaklaşımını benimsetmişti. Şimdi ise tarifelerle gelen maliyet baskısı, çok yüksek stok tutmanın finansal maliyetini artırdığından, firmalar optimal stok seviyesini bulmaya çalışıyor. Bu denge arayışı, bir yandan tedarik sürekliliğini sağlama, diğer yandan yüksek stok maliyetinden kaçınma ikilemini beraberinde getiriyor. Muhtemelen şirketler daha düşük seviyede ama daha çeşitli kaynaklara yayılmış stok stratejileri izleyecekler. Yani her üründen devasa miktarda stok tutmak yerine, farklı coğrafi kaynaklardan tedarik edebilecekleri yedek tedarikçi ağları kurarak esneklik kazanmak isteyecekler.
Sonuç olarak, yeniden stoklama dönemine girilirken şirketler daha yüksek maliyetleri yönetebilmek için alternatif ülkelere yönelme, talep düşüşü yaşanan ürünlerde stokları azaltma ve tedarik zincirini çeşitlendirme adımlarını atıyor. Bu dönüşüm, küresel ticaret akışlarının yönünü de değiştirmeye başladı; sıradaki bölümde bu değişimin en dikkat çekici örneklerinden biri olan Vietnam’ın yükselişine odaklanacağız.
Vietnam gibi ülkelerin bu süreçte ön plana çıkışı ve Çin’den Vietnam’a yönelen doğrudan yatırımlar ve yeniden ihracat stratejileri gelişecektir.

Yukarıdaki grafikte, Vietnam’ın 2016-2018 ABD-Çin ticaret gerilimlerinden nasıl fayda sağladığı üç ayrı göstergeyle sunuluyor. Mavi çizgi, 2007 yılı 100 kabul edilerek Vietnam’dan ABD’ye yapılan ithalat hacmindeki artışı gösteriyor. Mor çizgi ise Vietnam’ın Çin’den yaptığı ithalatın aynı dönemdeki artışını gösteriyor. Her iki endeks de 2024 itibarıyla 800’lerin üzerine çıkarak 2007’ye kıyasla yaklaşık 8 katlık bir artışa işaret ediyor. Bu paralel artış, Vietnam üzerinden ABD’ye giren ürünlerin önemli bir kısmının aslında Çin kaynaklı girdi içerdiğine işaret etmekte. Grafikteki kırmızı sütunlar ise Çin’in Vietnam’daki doğrudan yabancı yatırım stoğunu göstermektedir. 2007’den 2024’e bu stok neredeyse sıfırdan 16 milyar dolara yükselerek Çinli şirketlerin de Vietnam’a ciddi yatırım yaptığını ortaya koymaktadır.
ABD ile Çin arasındaki ticaret sürtüşmesinde Vietnam kritik bir alternatif üretim üssü olarak öne çıkmıştır. 2018’deki ilk tarife artışları dalgasından bu yana pek çok çokuluslu şirket, Çin’deki üretimlerinin bir kısmını Vietnam’a kaydırarak tarifeleri dolanmaya başladı. Bu stratejinin temelinde, yeniden ihracat (re-export) denilen mekanizma yatıyor: Çin menşeli ara mallar veya bileşenler Vietnam’a getirilip burada nihai ürüne dönüştürüldükten sonra “Vietnam malı” olarak ABD’ye ihraç ediliyor. ABD gümrük mevzuatına göre ürünün üzerinde önemli bir dönüşüm (substantial transformation) başka bir ülkede gerçekleşirse, menşe ülkesi o ikinci ülke sayılıyor. Şirketler de bu kuraldan faydalanarak, Çin’de ürettikleri parçaları Vietnam’da monte edip daha düşük gümrük vergileriyle ABD pazarına sokabiliyorlar. Goldman Sachs, önceki tarife döneminde Çin mallarının Vietnam veya Meksika gibi ülkelere yönlendirilerek ABD’ye gönderildiğini ve yeni tarife dalgasında da benzer bir eğilimin güçlenerek devam etmesinin muhtemelolduğunu vurguluyor.
Vietnam’ın cazip hale gelmesinin bir nedeni de, daha düşük işgücü maliyetleri ve genç nüfusu sayesinde imalat üssü olmaya elverişli olması. Ayrıca Vietnam hükümeti, yabancı yatırımcı çekmek için özel ekonomik bölgeler, vergi teşvikleri ve altyapı yatırımlarıyla uygun bir ortam sağladı. Son yıllarda büyük elektronik ve tekstil üreticileri (örneğin Samsung, Apple tedarikçileri ve giyim markaları) Vietnam’da fabrikalar açarak üretimi buraya kaydırdı. Bu yatırımlar ülkenin ihracat kapasitesini hızla büyüttü: Vietnam’ın ABD’ye ihracatı son on yılda rekor düzeyde artarken, Çin’in Vietnam’a ihracatı da aynı dönemde yükseldi. Bu, Çin’in Vietnam’ı bir üretim platformu olarak kullandığını gösteriyor.
Benzer şekilde Bangladeş, Hindistan, Tayland, Meksika gibi ülkeler de küresel şirketlerin radarına girmiş durumda. Özellikle Meksika, coğrafi yakınlığı ve ABD ile USMCA serbest ticaret anlaşması sayesinde ABD pazarına yönelik üretim için önemli bir aday. Nitekim 2025’in ilk çeyreğinde ABD ile Meksika arasındaki ticaret hacmi 215 milyar dolarla rekor kırarak Meksika’yı ABD’nin en büyük ticaret ortağı konumuna yükseltti. Bu durum, near-shoring (yakın coğrafyaya tedarik kaydırma) trendinin altını çizmektedir. Yine de Vietnam, özellikle Asya tedarik zincirinin bir uzantısı olması nedeniyle Çin’e coğrafi ve kültürel yakınlığı sayesinde ayrı bir avantaja sahip.
Özetle, ABD tarifelerinin Asya ithalatına etkisini yumuşatmak isteyen şirketler için Vietnam ve benzeri ülkeler bir tampon bölge işlevi görüyor. Çin’den Vietnam’a artan doğrudan yatırımlar ve Vietnam üzerinden yapılan yeniden ihracat, küresel ticaretin rotasının nasıl değişmekte olduğunu gözler önüne seriyor. Ancak tüm bu değişim çabalarına karşın, küresel imalat dengelerindeki Çin ağırlığı gerçeği değişmiş değil. Sıradaki bölümde, Çin’in üretim gücü ve ABD-Çin ekonomik bağlarının geleceğini irdeleyeceğiz.
Çin’in halen küresel imalatın en büyük payına sahip olduğu gerçeği ve bu bağlamda ABD’nin Çin ile olan yapısal ekonomik bağlarının sürdürülebilirliği
Çin, küresel imalat sektöründeki tartışmasız liderliğini sürdürmektedir. Yukarıdaki grafikte ülkelerin küresel imalat işgücündeki payları görülüyor: Çin tek başına dünya imalat işgücünün yaklaşık %35-40’ını oluştururken, onu açık ara farkla en yakın takip edenler %10’un altında paylara sahiptir. Örneğin Hindistan küresel imalat iş gücünün yaklaşık %8’ini, ABD ise %6-7 civarını karşılıyor. Almanya, Japonya gibi sanayi devleri bile %5’in altındaki paylarla sıralanmaktadır. Bu tablo, Çin’in dünya üretim üssü konumunu net biçimde ortaya koymaktadır (Kaynak: Birleşmiş Milletler İstatistikleri, 2021).*
Çin’in imalat kapasitesi ve ölçeği, son on yıllarda dünya ekonomisine benzersiz bir bağımlılık ilişkisi geliştirdi. Çin, sadece ucuz işgücü değil aynı zamanda devasa bir tedarikçi ekosistemi, altyapı ve ölçek ekonomileri sayesinde pek çok sektörde rakipsiz bir üretim avantajına sahip. Goldman Sachs’ın analizine göre Çin’in imalat sektöründeki iş gücü, ABD, Meksika ve Kanada’nın toplamının beş katına yakın büyüklükte. Bu orantısız fark, ABD’nin tüm çabalarına rağmen üretimi tamamen başka yerlere kaydırmasının kısa vadede çok zor olduğunu gösteriyor. Nitekim ABD’nin Çin’den ithal ettiği ürün kategorilerinin %36’sında, ABD arzının %70’inden fazlası tek başına Çin kaynaklı durumda. Başka bir deyişle, Amerikan piyasasında kritik öneme sahip birçok ürün için Çin’den başka tedarikçi bulunmuyor ya da kapasite yetersiz.
Bu yapısal bağımlılık, ABD-ÇİN ekonomik bağlarını koparmayı stratejik ve ekonomik açıdan son derece zorlaştırıyor. Her ne kadar son yıllarda “tedarik zincirlerini kısaltma”, “Çin’e alternatif bulma” gibi söylemler popülerleşmiş olsa da, pratikte Çin’siz bir küresel tedarik düzenine geçiş mümkün olduğundan çok daha yavaş ilerliyor. Örneğin, 2018-2019’daki ilk ticaret savaşı sonrasında ABD şirketleri bazı üretimleri Vietnam, Meksika gibi ülkelere kaydırmış olsa da, Goldman Sachs’ın araştırması bu ilk çatışmadan beş yıl sonra trans-Pasifik ticarette temel bir değişim olmadığını ortaya koydu. Çin’in ABD’ye ihracatı düşse de, aradaki farkı diğer Asya ülkeleri doldurdu ve Amerikan şirketleri nihayetinde Çin’den tedarik ettikleri birçok ürünü alternatif kaynaklardan istikrarlı şekilde bulmakta zorlandı. Dolayısıyla yapısal bağlar büyük ölçüde korundu.
ABD’nin Çin ile olan ekonomik bağlarının sürdürülebilirliği, büyük ölçüde bu karşılıklı bağımlılığın yönetilebilmesine bağlı. Bir yandan ABD, tedarik zincirlerini çeşitlendirme ve kritik teknolojilerde kendi kendine yeterlilik gibi hedefler peşinde koşuyor. Öte yandan, Çin’in küresel üretimdeki ağırlığı nedeniyle tamamen kopuş, hem Amerikan şirketleri hem de tüketiciler için ciddi maliyetler getirebilir. Örneğin elektronik, tekstil, makine gibi sektörlerde Çin’i ikame etmek kısa vadede mümkün olmadığı için, mevcut bağların ani kopuşu piyasada arz sıkıntıları ve fiyat patlamaları yaratacaktır. Bu nedenle uzmanlar, ABD ile Çin arasındaki ekonomik ilişkinin “kopmaktan ziyade yeniden şekillenme” potansiyeli taşıdığını vurguluyor. Yani sürdürülebilirlikten kasıt, bu ilişkinin tamamen kesilmesi değil, daha kontrollü ve seçici bir etkileşim modeline evrilmesi olabilir.
Nitekim tarifelerin uzun vadede ne kadar kalıcı olacağı da belirsiz. Eğer ileride gerilimlerde yumuşama olur ve tarifeler aşağı çekilirse, iki ülke arasındaki ticari bağlar büyük ölçüde eski düzene dönebilir. Ancak tersi senaryoda, yani tarifelerin ve rekabetin daha da tırmandığı bir ortamda, dost ve rakip bloklar şeklinde bölünmüş bir küresel ticaret düzeni ortaya çıkabilir. Her iki durumda da, bugünün gerçekliği Çin’in üretim devi konumunun kısa vadede sarsılmaz olduğunu ve ABD ekonomisinin bu gerçeğe karşı tamamen bağışık hale gelmesinin güç olduğunu gösteriyor. Bu nedenle ABD’li şirketler, Çin ile mecburi ekonomik bağlarını sürdürürken aynı zamanda tedarik zincirlerinde yeni konumlanma stratejileri geliştirmeye odaklanıyorlar.
Küresel tedarik zincirlerinde yaşanabilecek uzun vadeli değişimler, friend-shoring ve near-shoring eğilimleri, ABD şirketlerinin stratejik yeniden konumlanması
Yaşanan son gelişmeler, küresel tedarik zincirlerinde uzun vadeli bir yeniden yapılanma ihtimalini gündeme getirdi. Şirketler ve ülkeler, ticaret politikalarının hızlı değişebildiği bu yeni dönemde arz güvenliğini sağlamak için strateji değişikliğine gidiyor. Özellikle ABD tarafında, art arda uygulanan tarifeler ve jeopolitik gerginlikler karşısında, tedarik zincirlerini yeniden şekillendirme eğilimleri belirginleşti. Bu kapsamda iki önemli kavram öne çıkıyor: friend-shoring(müttefik ülkelere tedarik kaydırma) ve near-shoring (yakın coğrafyaya tedarik kaydırma).
Friend-shoring, üretimin ve tedarikin siyasi ve ekonomik olarak dostane ilişkilere sahip ülkelere kaydırılması anlamına geliyor. Amaç, Çin gibi jeopolitik risk oluşturan kaynaklara bağımlılığı azaltıp, tedarik zincirini daha güvenilir ortak ülkeler ağı üzerine inşa etmek. Yakın dönemde ABD Ticaret Bakanlığı yetkilileri de bu stratejiyi vurgulayarak tedarik zincirlerinde “güvenilir ortaklar” modeline geçiş yapılması gerektiğini belirtti. Near-shoring ise coğrafi yakınlık avantajını kullanarak üretimi tüketim pazarlarına daha yakın bölgelere çekmek anlamına geliyor. Örneğin ABD için Meksika ve Orta Amerika ülkeleri, Avrupa için Doğu Avrupa veya Kuzey Afrika bu kapsama giriyor. Bu model, hem taşıma maliyetlerini düşürme, hem de tedarik sürelerini kısaltma avantajı sağlıyor.
ABD’li şirketler stratejik yeniden konumlanma planlarında bu iki eğilimi birleştirerek kullanıyor. Yeni yönetimin milliyetçi ticaret politikaları, firmalara “ya üretimi eve yaklaştır ya da dost ülkelere dağıt” mesajı veriyor. Nitekim 2025’teki tarife hamlelerinin hemen ardından Beyaz Saray, Amerikan şirketlerine kritik ürünleri ABD veya güvenilir müttefik topraklarında üretmeleri çağrısında bulundu. Ancak pratikte tamamen ABD içine dönüş (reshoring), yüksek iş gücü maliyetleri ve kapasite sınırlamaları nedeniyle her sektörde mümkün değil. Örneğin bir teknoloji şirketinin tüm parçalarını ABD’de üretmesi maliyetleri katlayacağı için rekabetçiliğini yok edebilir. Bu nedenle bir denge stratejisi devreye giriyor: Katma değeri yüksek ve stratejik önemdeki üretimler kademeli olarak ABD’ye veya çok yakın coğrafyaya çekilirken, işçilik yoğun ve maliyet hassasiyetli üretimler Hindistan, Vietnam, Meksika gibi ülkelere kaydırılıyor.
Son dönemde birçok somut adım bu stratejik değişimi yansıtıyor. Örneğin, bazı büyük elektronik üreticileri Hindistan ve Vietnam’da fabrikalar açarak üretim hatlarını çeşitlendirdi. Otomotiv sektörü, tedarik zincirini Kuzey Amerika’ya yakınsamak üzere Kanada ve Meksika’da parça üretimini artırıyor; ABD’nin yakın zamanda çıkardığı yasal düzenlemeler (örneğin elektrikli araçlarda belirli oranda yerli veya ABD anlaşmalı ülkelerden parça şartı) bu eğilimi teşvik ediyor. Yarı iletken (çip) sektöründe, Tayvan ve Kore gibi müttefiklerle iş birliği yaparak ABD içinde yeni fabrikalar kuruluyor (Intel, TSMC yatırımları gibi) ki bu friend-shoring yaklaşımının bir yansımasıdır.
Küresel ölçekte de tedarik zincirleri daha bölgesel ve blok temelli bir yapıya evrilebilir. ABD, Avrupa ve müttefiklerinin oluşturduğu blok ile Çin, Rusya gibi aktörlerin etrafında şekillenen bir diğer blok arasında ticaret akışlarının kısmen ayrışması olası senaryolar arasında. Örneğin, son verilere göre ABD’nin Kanada, Meksika ve Avrupa Birliği ile ticareti büyürken Çin ile ticareti göreceli olarak azalıyor; bu da jeopolitik yakınlığın ticaretteki ağırlığını artırdığını gösteriyor. Friend-shoring sayesinde şirketler politik gerilimlerden kaynaklanan ani yaptırım veya tarife risklerine karşı kendilerini koruma altına alıyorlar. Benzer şekilde near-shoring de pandemiyle ortaya çıkan uzun mesafeli tedarik risklerini azaltma amaçlı olarak ivme kazandı.
Elbette bu dönüşümün maliyetleri ve zorlukları da var. Yeni üretim tesisleri kurmak, tedarikçileri eğitmek, altyapı oluşturmak zaman alan ve pahalı süreçler. Ayrıca dost ülke de olsa, bazı ülkelerde istenen altyapı veya uzmanlık bulunmayabilir. Yine de, şirketler risk yönetimi perspektifiyle hareket ederek tedarik zincirlerini eskisine kıyasla daha dayanıklı kılmak adına bu yatırımları göze alıyorlar. Orta ve uzun vadede, bugün atılan bu adımların küresel ticaretin coğrafi dağılımını değiştirmesi bekleniyor.
Sonuç olarak, ABD’nin yeni gümrük tarifelerinin Asya ithalatına etkisi, kısa vadede ticaret hacminde düşüş ve tedarik zincirlerinde sarsıntı yaratırken, uzun vadede küresel üretim düzeninde kalıcı değişimlere kapı aralıyor. Şirketler, tarifelerin ve ticaret politikalarının belirsiz seyrettiği bu dönemde hem maliyet yönetimi hem de arz güvenliği için tedarik stratejilerini yeniden şekillendiriyor. Friend-shoring ve near-shoring gibi eğilimler, yeni normalin bir parçası haline gelerek daha bölgesel, çok merkezli ve dayanıklı bir tedarik zinciri yapısına doğru evrimi hızlandırıyor. Ancak bütün bu değişim çabalarına karşın, Çin ve ABD arasındaki köklü ekonomik bağlar, küresel ticaretin geleceğinde belirleyici olmaya devam edecek; dengeler yeniden kurulurken, Asya’nın üretim gücü ve ABD’nin talep potansiyeli arasındaki etkileşim sürdürülmesi gereken ince bir denge olarak önümüzde duruyor.