BS Ekonomi Bağımsız Medyasını Destekleyin
Eğer abone iseniz giriş yapınız.
15 Temmuz’daki kazanç çağrısında JPMorgan Chase CEO’su Jamie Dimon, sıkça dile getirdiği bir şikayeti yineledi. “SLR, G-SIFI, CCAR, Basel III, FSRT” diye sıralayarak bir dizi ağır ve örtüşen düzenlemeye dikkat çekti. Ardından düzenleyicilere seslenerek “derin bir nefes almalarını”, geri çekilip tabloya yukarıdan bakmalarını istedi. Reform gerektiğini belirtti; çünkü bu reform “daha fazla likidite, daha fazla kredi ve daha güvenli bir sistem” yaratacaktı.
Pek çok kişi bu hayal kırıklığını paylaşıyor. Onlara göre, 2007-09 küresel finansal krizinin ardından büyük ticari bankalar, düzenleyici bürokrasilerle adeta kıpırdayamaz hale geldi. Kaçınılmaz ama öngörülebilir bir sonuç olarak, bu dev bankalar kredi vermekten geri çekildi. Ortaya çıkan boşluğu ise giderek daha fazla fintech girişimleri ve özel kredi fonları (bankalar yerine varlık yöneticileri tarafından verilen krediler) dolduruyor.
Bu anlatı tamamen yanlış değil. Ancak kredi tarihindeki daha uzun vadeli bir eğilimi gözden kaçırıyor. 1960’lardan bu yana, bankaların şirketlere ve hanehalkına doğrudan kredi verme oranı istikrarlı şekilde azalıyor. Bu değişim, finansal krizden on yıllar önce başladı ve aşırıya kaçan düzenlemelerden daha derin güçleri yansıtıyor. Bugün mevcut politikalara atfedilen birçok olgu, aslında bu yavaş ve uzun süreli geri çekilmenin doğal bir parçası.
Bu dönüşümü anlamak için, geleneksel bankacılık modelini hatırlayalım; “Şahane Hayat” (It’s a Wonderful Life) gibi filmlerde popülerleştirilen model. Bankalar mevduat kabul eder, bu paraları talep edildiğinde faizle geri ödemeyi taahhüt ederdi. Elde ettikleri fonları ise ipotek, küçük işletme kredisi ve tüketici kredisi gibi yollarla firmalara ve bireylere kredi olarak dağıtırdı. Bankanın görevi açıktı: mevduatı korumak, kredi değerliliğini analiz etmek ve borçluları denetlemek. Kâr elde etmenin yolu da basitti. Bankalar, mevduat sahiplerine verdikleri faiz ile kredilerden elde ettikleri faiz arasındaki farktan gelir sağlarlardı. Bu sistemde espriyle anılan “3-6-3 kuralı” vardı: %3’le borç al, %6’yla kredi ver, saat 3’te golf sahasına çık.
Golfçü tahviller (Tee-bonds)
Öğleden sonra golf oynayan bu bankacılar, bir zamanlar kredi dünyasına hükmediyordu. 1974 yılında, Amerika’daki özel kredilerin yaklaşık %55’i bankaların bilançolarında doğrudan kredi olarak yer alıyordu. Ancak bu dünya, finansal krizden çok önce ortadan kalkmıştı. 2000’lerin başına gelindiğinde, bu tür krediler özel kredi piyasasının %35’inden daha azını oluşturuyordu ve günümüzde de oran yaklaşık aynı seviyede kalmaya devam ediyor (bkz. grafik 1).

Geleneksel banka kredilerinin yerini, giderek büyüyen borç bağlantılı menkul kıymet yığını alıyor. Bunlar arasında ipotek teminatlı tahviller, şirket tahvilleri ve özel kredi kuruluşlarına verilen krediler yer alıyor. Bankalar hâlâ hanehalkından mevduat topluyor ve çoğu hâlâ kredi vermeye devam ediyor. Ancak bu kredileri bilançolarında tutmak yerine, onları satıyor; diğer kredi veren kurumlardan ise piyasa fiyatları üzerinden menkul kıymet dilimleri satın alıyorlar.
Bu süreçte, bankalar kredi sağlama görevini yavaş yavaş başkalarına devretti. Bankaların ekonomideki büyüklüğü artmış olsa da—varlıkları 1960’ta GSYİH’nin %60’ı iken bugün %94’üne yükseldi—kredi verme konusundaki katkıları sabit kaldı ve hâlâ yaklaşık %50 düzeyinde seyrediyor (bkz. grafik 2).

Hanehalkları ve şirketler artık borçlarını doğrudan bankalardan değil, borcu paketleyip bankalara satan çeşitli kredi veren ve garantör kuruluşlardan alıyor. Büyük şirketler giderek daha fazla şekilde borçlanma için halka açık tahvil piyasalarına yönelmiş durumda. Küçük işletmeler fintech ve çevrimiçi kredi sağlayıcılara başvuruyor. Satın alma fonları (buy-out firmaları) özel krediye yöneliyor. Hanehalkları hâlâ konut kredileri için bankalara başvuruyor ama bu krediler genellikle hükümet kurumları tarafından menkul kıymetleştirildikten sonra bankaların bilançolarına giriyor.
Peki bu değişimin sebebi ne? Jamie Dimon’un altını çizdiği türden düzenleyici baskılar bu konuda rol oynadı. Örneğin Purdue Üniversitesi’nden Sergey Chernenko ve ekip arkadaşlarının araştırmasına göre, yakın dönemde uygulanan politikalar, bankaların özel sermaye (private equity) kredilerini diğer kurumlara bırakmasının nedenlerinden biri. Düzenleyiciler, bankalardan doğrudan firmalara kredi verdiklerinde daha fazla sermaye tutmalarını isterken, benzer kredilerle desteklenen menkul kıymetleri satın aldıklarında bu zorunluluk daha düşük.
Ancak bu dönüşümün daha derin kökenleri var. Stanford Üniversitesi’nden Greg Buchak ve diğer araştırmacıların ortaya koyduğu gibi, teknolojik gelişmeler—menkul kıymetleştirme yazılımları, FICO kredi puanları gibi—yeni finansal araçların ve alternatif menkul kıymet piyasalarının gelişmesine yol açtı. 1980 öncesinde kurumsal tahvil piyasası henüz olgunlaşmamıştı; hükümet destekli Fannie Mae henüz mortgage (konut kredisi) destekli menkul kıymet satmamıştı; teminatlı kredi yükümlülükleri (CLO’lar) ise henüz kimsenin anlamasına gerek olmayan yapılar arasındaydı. Bugün bu kurumlar finansal sistemin temel taşları hâline geldi. Tasarruf sahipleri de davranışlarını değiştirdi: Banka mevduatlarından uzaklaşıp birikimlerini kredi piyasalarına yönlendiren emeklilik ve para piyasası fonlarına yöneldiler.
“It’s a Wonderful Life” filmindeki karakterlere göre bugünün bankaları hem tanıdık hem de tuhaf olurdu. O zaman da şimdi de bankalar mevduatları kullanarak borç temelli varlıklar tutuyor. Ve o zaman da şimdi de kredi değerliliği önemli. Bir hane kendi aldığı krediyi ödeyemezse de, bir menkul kıymet havuzundaki krediyi ödeyemezse de zarar hâlâ bankanın bilançosunu etkiliyor.
Ancak bugünün bankaları artık o kadar baskın değil. Üstelik bu yalnızca kredi verme biçimlerinin dolaylı hâle gelmesinden kaynaklanmıyor. New York Fed’den Nina Boyarchenko ve Leonardo Elias, kredi akışlarını çeşitli aracılar aracılığıyla izledikleri çalışmalarında, son 50 yılda bankaların hanehalklarına net kredi verme oranının yaklaşık dörtte bir oranında azaldığını ortaya koyuyor.
Peki bankacıların geri çekilişi kötü bir şey mi? Bunun ironik bir sonucu var: Eskiden politika yapıcılar, mermer zeminli, tanıdık bir dizi kurumu denetleyerek finansal sistemi istikrarda tutabiliyordu. Şimdi ise bankaların rolü küçüldükçe ve kredi başka yerlere yöneldikçe, finansal istikrarı sağlamak için çok daha geniş bir alanı kontrol etmeleri gerekiyor. Düzenlemelere bağlanan bu fenomen, aslında düzenleyicilerin işini daha da karmaşıklaştırmış olabilir.
İşin olumlu tarafıysa şu: Bankalar artık daha az kırılgan. Artık uzun vadeli, şeffaf olmayan, likit olmayan kredileri kısa vadeli ve ani çekilebilecek mevduatlarla finanse etmek gibi kırılgan bir sihre bağımlı değiller. Tüm bir mortgage portföyünü ellerinde tutmak yerine, menkul kıymetleştirilmiş borçların daha güvenli ve sorun çıktığında ilk ödenen dilimlerini tutabiliyorlar. Daha riskli kısımlar ise daha uzun vadeli yatırım yapan (örneğin sigorta şirketleri gibi) ya da daha yüksek risk iştahı olan (örneğin hedge fonlar gibi) yatırımcılara aktarılabiliyor. Bazı araştırmalar, banka dışı kredi verenlerin yönlendirdiği kredi patlamalarının, banka odaklı büyüme dönemlerine kıyasla daha az istikrarsızlaştırıcı olduğunu gösteriyor. Boyarchenko ve Elias’a göre, bu tür dönemler GSYİH çöküşü riskini daha az artırıyor.
Bankacılıktaki bu dönüşüm, sektörün temel özelliklerine de ışık tutuyor. Akademisyenler uzun süredir bankacılığın üstünlüğünün bilançonun pasif tarafında mı (yani düşük maliyetli ve sabit kalıcı mevduat toplamada mı), yoksa aktif tarafında mı (kredi verme, takip etme ve tahsil etmede mi) yattığını tartışıyor. Bankaların bu kadar büyüyüp, kredi işinin büyük kısmını başkalarına bırakması bu tartışmayı aydınlatabilir. Bu durum, başarılarının sırrının borçluları değil, mevduat sahiplerini cezbetmekte yattığını gösteriyor olabilir.
Bankacılar için iyi haber ise şu: Modern bir 3-6-3 kuralı hâlâ geçerli. Bankalar hâlâ ucuza borçlanabiliyor. Hatta artık mevduat sahiplerine eskiden olduğu gibi %3 değil, %0.5 civarında faiz ödüyorlar. Karşılığında %1 ile %10 arasında getiri sağlayan geniş bir menkul kıymet sepetine yatırım yapıyorlar. Peki ya öğleden sonra saat 3’teki golf saati? O da değişti: Stanford araştırmacılarına göre, hafta içi en popüler golf saati artık saat 16.00.