BS Ekonomi Bağımsız Medyasını Destekleyin
Eğer abone iseniz giriş yapınız.
3 Temmuz’da ABD Dışişleri Bakanı Marco Rubio, Amerika’nın diplomatlarına onlarca yıllık bir öncelikten geri adım atan bir muhtıra gönderdi: yurtdışında demokrasiyi teşvik etmek. Artık, diplomatlar yalnızca herhangi bir ülkedeki seçimde kazanan adayı tebrik etmeli ve seçim sürecinin adilliği ya da o ülkenin demokratik değerleri hakkında “görüş belirtmekten” kaçınmalıydı. Rubio, bu değişikliğin “yönetimin ulusal egemenliğe verdiği önemin” bir yansıması olduğunu yazdı.
Ancak Başkan Trump, görünüşe göre bu notu almamıştı. Aynı gün, Donald Trump sosyal medyada Brezilya’nın eski devlet başkanı Jair Bolsonaro’ya yazdığı bir mektubu paylaştı. Bolsonaro, 2022’de kaybettiği seçimi bozma girişimiyle ilgili olarak darbe planlama suçlamasıyla karşı karşıya. Trump, Bolsonaro’yu kendisine hayran bir güçlü lider olarak görüyor ve “adaletsiz bir sistem” tarafından “kötü muameleye uğradığını” savundu. Dahası, Brezilya hükümetini “saçma bir sansür rejimi” uygulamakla suçladı ve ülkenin demokratik değerlerine açıkça saldırdı.
Trump sadece fikir beyan etmekle de kalmadı. Yaklaşık iki hafta sonra, Bolsonaro’ya açılan dava gerekçesiyle Brezilya’dan ithalata %50 gümrük vergisi koydu. Aynı süreçte Rubio da, insan haklarını korumak için çıkarılmış Global Magnitsky Yasası’nı kullanarak davaya bakan yargıca yaptırım uyguladı. Rubio, sadece Brezilya’da değil, “kendi halkının temel haklarını çiğneyenlere bir uyarı olması” gerektiğini belirtti ve aniden demokratik değerlerin savunuculuğuna soyundu.
Trump’tan politikada tutarlılık beklemek, ondan alçakgönüllülük beklemek kadar safça olur. Nitekim Rubio’nun diplomatlara antidemokratik davranışlara müdahale etmeme çağrısı yaptığı genelgede bile, “Amerikan dış politikasında açık ve ikna edici bir çıkar varsa” istisna yapılabileceği belirtilmişti. Ancak Trump’ın Amerikan çıkarı tanımı o kadar kaygan ki, dış politikasına bir isim koymak hayli zor hale geliyor. İzolasyoncu mu yoksa müdahaleci mi? Şahin mi yoksa güvercin mi? Cevap: evet. “Ben bir ulusalcıyım ve küreselciyim,” diyor Trump. Brezilya’da insan hakları onun için çok önemli olabilirken, aynı hassasiyeti El Salvador için göstermiyor. Harvard’daki antisemitizm onu öfkelendirirken, Kanye West’teki aynı tutumu görmezden gelebiliyor. Çünkü onun ilkeleri, düşmanlarını cezalandırmak ve kendi yandaşlarını –müttefik değil, doğrudan yandaş– ödüllendirmek için kullanılan araçlara dönüşmüş durumda. Ve bu ulusal çıkar tanımı, giderek Trump’ın şahsi çıkarlarıyla özdeşleşmiş halde.
Trump dış politikada kendi söylemlerini tanımlasa da, pratikte bu tanımlar yanıltıcı çıkıyor. Örneğin Rubio’nun vurguladığı “ulusal egemenlik” teması: Trump, 2018’de Birleşmiş Milletler’de yaptığı bir konuşmada, egemenliği ve bağımsızlığı “her şeyin üstünde” tuttuğunu söylemişti. “Bu salondaki her ulusun kendi geleneklerine ve inançlarına göre yaşama hakkına saygı duyuyoruz,” demişti. ABD olarak kimseye nasıl yaşaması gerektiğini söylemeyeceklerini vurgulamıştı. Hatta bu yıl mayıs ayında Suudi Arabistan’da yaptığı konuşmada, geçmişteki “müdahalecilerle” dalga geçmiş ve Amerikalıların “size nasıl yaşayacağınızı anlatma” huyunu eleştirmişti.
Ancak son dönemde, Trump yönetimi kadar müttefiklere karşı ahlak dersi veren başka bir yönetim hatırlanmaz. Güney Afrika’daki beyaz azınlığa yönelik muamele veya Avrupa’nın ifade özgürlüğüne yaklaşımı gibi konularda ahlaki vaazlar eksik olmuyor. Ayrıca Trump’ın egemenlik söylemi, Kanada’yı, Grönland’ı ve hatta Panama Kanalı’nı istemesiyle hayli çelişiyor.
Trump’ın dış politika için benimsediği “Önce Amerika” (America First) söylemi de kafa karıştırıyor. Bu slogan tarihsel olarak izolasyonculuğu çağrıştırıyor. Trump’ın müttefikleri aşağılaması ve uluslararası kurumları küçümsemesi nedeniyle, birçok kişi onu bir izolasyonist olarak görüyor. Ama değil. Trump, diplomasiyi seviyor –tabii ki bizzat kendisi yürüttüğünde– ve gerektiğinde tek taraflı askeri eylemleri de benimsiyor –tabii ki kontrol onda olduğunda. ABD’nin küresel liderliğinden geri çekilmiş değil; tam tersine, bu liderliği kendi istediği yerde, istediği zaman ve şekilde uygulama özgürlüğünü ilan etmiş durumda.
Trump aynı yaklaşımı iç politikada da sergiliyor. Eyaletlerin haklarını savunuyor –örneğin kürtaj konusunda– ama uygun gördüğünde Ulusal Muhafızları bir eyalet valisinin itirazına rağmen göndermekten de çekinmiyor. Haziran ayında The Atlantic’e verdiği röportajda, eleştirmenlerin “İran’a karşı İsrail’e destek vermenin America First ile çeliştiğini” söylemesi üzerine şöyle cevap verdi: “Bu terimi ben buldum, neyin America First olduğuna ben karar veririm.”
Egemenliğe Egemen
Trump, 21. yüzyılda Amerika’nın dış politikasında “silah haline getirilmiş karşılıklı bağımlılık” kavramının gücünü gayet iyi kavrıyor. Bu terim, siyaset bilimciler Henry Farrell ve Abraham Newman tarafından ortaya atıldı. Finans, ticaret ve iletişim ağlarının, dış politikada baskı aracı olarak kullanılabileceğini ifade ediyor. Bu yüzden Trump döneminde Amerika’nın müttefikleri zor durumda. Trump, her ikili ilişkide “Amerika’nın çıkarlarını” öne koyduğunda, müttefiklerinden taviz almakta, rakiplerinden daha başarılı oluyor. Artık bir ülke Amerika’ya ne kadar bağımlıysa, Amerika da o kadar güvenilmez hale geliyor.
Brezilya ile yaşanan gerilimde, Trump kendi ulusal çıkar tanımını ne kadar ileri götürebileceğini test ediyor. Daha önce gümrük vergilerini ticaret açıklarını gerekçe göstererek savunan Trump, Brezilya ile ticaret fazlası verilmesine rağmen %50 gümrük vergisi koydu. Üstelik Brezilya’nın ihraç ettiği sığır eti ve kahve gibi ürünler, hızlıca yeni pazarlar bulabilir. Eğer Amerikalılar, bir dostunun mahkemeye çıkmasını engellemek adına hamburger için daha fazla para ödemek zorunda kalırlarsa, gerçekten “önce kim geliyor” diye sormakta haklı olacaklar.