BS Ekonomi Bağımsız Medyasını Destekleyin
Eğer abone iseniz giriş yapınız.
Kore Savaşı’nın açılış aylarında, komünist güçlerle Batı arasındaki en kanlı çatışmalardan birinde, Çin lideri Mao Zedong, Josef Stalin’e tarafların vermesi gereken kayıplar üzerine telgraf çekti. Mart 1951’de Mao, “genel stratejimin” birkaç yüz bin Amerikalının hayatını tüketmeyi içerdiğini yazdı. Savaş yıllarca sürecek, ancak o zaman emperyalistler yeni kurulan Çin Halk Cumhuriyeti’yle denk bir güçle karşılaştıklarını anlayacaktı. Mao, Sovyetler destekli Kuzey Kore’nin, Amerikan müttefiki Güney Kore’yi işgal etmesinin ardından çoktan “gönüllü” ordularını Kore yarımadasına göndermişti. Stalin’e soğukkanlı biçimde Çin’in 300 bin askeri daha kaybetmeye hazır olduğunu iletti.
Mao’nun kayıplara kayıtsızlığı sözden ibaret değildi. Temmuz 1953’te, 37 ay süren savaşa ateşkesle nokta konulduğunda, Çin’in kendi iç raporları ölü sayısını 400 bin olarak veriyordu (bugün resmi propaganda 150 bin kabul ediyor). Mao, en büyük oğlunun cephede öldüğünü öğrendiğinde yalnızca “Savaşta ölümler olmaz mı?” dedi. Milyonlarca Koreli sivil öldü; tahminen bir milyon Kore askeri hayatını kaybetti. Amerika yaklaşık 37 bin askerini yitirdi; İngiltere ve diğer ülkelerden binlercesi daha öldü. Kore’nin şehirleri harabeye döndü.
Batı uzun süre savaşın toprak için verildiğini sandı. Çin ve Kuzey Kore’nin Moskova yönlendirmeli küresel bir yayılma kampanyası güttüğünden korktu. Oysa Mao’nun asıl niyetleri ancak 1990’larda Çin ve Sovyet arşivleri açıldığında ortaya çıktı. Çin, kan dökümünün karşılığında Sovyetlerden modern silahlar, savaş gemileri, uçaklar ve bu silahların Çin’de üretilebilmesi için plan ve teçhizat talep ediyordu.
Yarımada üzerindeki hâkimiyet birkaç kez el değiştirdi, ardından 38. paraleldeki çıkmazda dondu. Bu, Mao’nun en büyük hedefi olan, birleşmiş ve Amerikancı bir Kore’nin, yani Batı birliklerinin sınırında konuşlanmasının engellenmesi anlamına geliyordu. Haziran 1951’de Amerika, Çin ve Sovyetler 38. paralelde bir ateşkesi destekliyordu. Yine de savaş iki yıl daha sürdü. Mao, daha fazla Sovyet yardımını koparmak için, geri dönmek istemeyen savaş esirleri üzerinden bitmek bilmez kavgalar çıkardı. Amerikan kayıplarının %45’i müzakereler başladıktan sonra yaşandı. Gaziler, ışıklarla aydınlatılmış görüşme bölgesine bakan tepelerdeki ölümcül gece çatışmalarını hatırlıyor. Stalin’in ölümü ve Amerika’nın nükleer tehditleriyle 1953 yazında ateşkes imzalandı. Üç yıl süren katliam sonunda, Kore’yi bölen çizgi neredeyse yerinden oynamamıştı. Kore tarihçisi Max Hastings’in dediği gibi: “Savaş, müzakere masasında da cephedeki kadar sancılı ve inatçı şekilde sürdürülebilir.”
Bugün de Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, ABD Başkanı Donald Trump’ı oyalıyor. Putin, Trump’ın savaşı durdurma çağrılarını geri çevirip tüm şikâyetlerini kapsayan “kapsamlı” bir anlaşma öneriyor. Trump ise ya yüzünü kurtarmak ya da Rusya’nın, Ukrayna’nın savaşı kaybettiği ve ateşkesi yalnızca yeniden silahlanmak için kullanacağı iddialarına ikna olduğu için, başaramadığı ateşkesi önemsizleştiriyor. Trump, 18 Ağustos’ta “Çatışmalar dursa isterim ama stratejik olarak bu bir taraf için dezavantaj olabilir” diye içini çekti. Trump ve ekibi “toprak takası”ndan bahsetmeyi tercih ediyor; bu, Ukrayna’nın Putin’i yatıştıracak değerde toprak vermesi anlamına geliyor.
Trump’a göre tarafları masaya oturtmak doğası gereği değerli çünkü bu, anlamsız ve israf dolu savaşın zıddı. Ne var ki tarih, özellikle Kore örneği, bu basit bakışı çürütüyor. Ateşkesler yalnızca can kaybını durdurmaz; aynı zamanda savaşın askeri çözümle bitmeyeceğini de kabul ettirir.
1995’te Bosna’daki üç yıllık savaşı bitiren Dayton görüşmelerinde Avrupa eş başkanı olan eski İsveç başbakanı Carl Bildt’in bu konuda doğrudan deneyimi var. Dayton’da Amerika ve Avrupa barış istiyordu. Ancak Bildt, birçok Balkan siyasetçisinin barışı “savaşın başka yollarla sürdürülmesi” olarak gördüğünü fark etti. Dayton’un başarısı, tarafların tükenmiş olması ve Amerika ile NATO’nun daha fazla savaşa izin vermemesiyle mümkün oldu. Bu, tek çözümün siyasi olduğu anlamına geliyordu. Bildt, “Silahlar patlamaya devam ediyorsa, savaş alanındaki durumun temelden değişeceğine dair umutlar veya korkular varsa ciddi müzakere yapılamazdı” diyor.
Bildt, Putin’in toprak taleplerinin asıl amacının daha büyük olduğunu düşünüyor: Ukrayna’nın Slav, demokratik ve Batılı bir devlet olarak gelişmesini engellemek. Putin’in tüm sorunların aynı anda çözülmesi yönündeki çağrısına da güvenmiyor. Böyle bir yaklaşım, Rusya’nın elinde tuttuğu Ukrayna topraklarının statüsü gibi en çetrefilli meselelerin barıştan önce çözülmesini gerektirir. Bildt’e göre samimi bir barış girişimi, öncelikle ateşkesle başlar; ardından elektrik arzı, savaş esirleri, kaçırılan Ukraynalı çocuklar ve yaptırımlar gibi konularda “adım adım” ilerlenir. Ona göre barış anlaşmaları “herkesin asgari taleplerini karşılamalı, ama kimsenin azami taleplerini değil.”
Buna karşın Trump, Rusya’nın Ukrayna’yı bombalarken en üst düzey hedeflerini kovalamaya devam etmesine göz yumuyor. Bu, Mao’nun “savaşırken konuşmak” diye adlandırdığı stratejidir. Kore’de felaketle sonuçlanan bu yaklaşım, kalıcı bir barış anlaşmasının hâlâ sağlanamamasına yol açtı. Şimdi neden farklı olsun ki?