BS Ekonomi Bağımsız Medyasını Destekleyin
Eğer abone iseniz giriş yapınız.
Devrim, 16. yüzyıl din adamı Nicolaus Copernicus tarafından tetiklenmeden önce, Dünya evrenin hareketsiz merkeziydi. Sonrasında ise uzayda salınan gezegenler ailesinin bir üyesi olarak görülmeye başlandı. 18. yüzyıl aristokratı Antoine Lavoisier’nin çalışmaları öncesinde, kimyagerlerin “oksijen”, “karbon” gibi kavramlardan haberi yoktu; sonrasında ise imbiklerinin içindekileri bu kavramlar olmadan anlayamaz hâle geldiler.
Bu tür örnekler, 1960’larda Thomas Kuhn tarafından ortaya atılan “paradigma değişimi” fikrinin merkezinde yer alır. Kuhn’a göre bu değişimler yalnızca dünyayı eskiye kıyasla daha iyi açıklayan yeni bir teoriden ibaret değildi; dünyanın hangi tür varlıklardan oluştuğu düşüncesinde de bir dönüşüm gerektiriyordu. Neredeyse kendi kendini örnekleyen bir biçimde, bu fikir bilime bambaşka bir bakış açısı sundu: bilim artık tek bir şey değil, iki şeydi. “Normal” aşamada bilim insanları, kapsamı az çok bilinen problemlere fiziksel ve kavramsal araçlarını uygular; “devrimsel” aşamalarda ise paradigmalar yer değiştirirdi.
Normal olmak, sıkıcı veya önemsiz olmak anlamına gelmiyordu. 1980’lerde Amerikalı gökbilimciler, o zamana dek tarihin en pahalı bilimsel aracı olan Hubble Uzay Teleskobu için lobi yaptıklarında, hedeflerinden hiçbiri, normal bilimin mükemmel bir örneği gibi görünen bir amaçtan — evrenin ne kadar hızlı genişlediğini belirleyen ve gökbilimci Edwin Hubble’ın adını taşıyan sabitin değerini kesin olarak ölçmek — daha önemli değildi.
Hubble bunu çok iyi yaptı. Sorun şu ki, Bilim bölümümüzde aktarıldığı üzere, fırlatılışından bu yana Hubble sabitini, tek tek nesnelerin mesafelerinden ziyade tüm gökyüzüne yayılmış arka plan ışınımı üzerinden tahmin etmek de mümkün hâle geldi. Bu yeni tahminler ise kayda değer ölçüde daha düşük çıktı. Yaklaşımlar arasındaki görünüşte aşılamaz uçurum, “Hubble gerilimi” olarak adlandırılıyor.
Kuhn’u bilenler için bu durum, yeni bir paradigma değişiminden önce gelebilecek türden bir anomali gibi görünüyor. İhtimal cazip. Paradigma değişimlerinin kavramsal yararlılığı da, var olup olmadıkları kadar, epey tartışılmıştır. Kavramın aşırı kullanıldığı ortada. (“Vegan kozmetikler için yeni bir paradigma!”) Yine de taze bir dünya görüşü fikri dramatik ve çekici olmaya devam ediyor; konu kozmik ölçekte, ama pratikte önemsiz bir alana uygulandığında bu cazibe daha da artıyor. (Finans piyasalarında yaşanacak bir paradigma değişimi çok daha pratik sonuçlar doğurabilir.)
Sorun şu ki, Kuhn’un da belirttiği gibi, bunları ancak geriye dönüp baktığınızda yargılayabilirsiniz. Paradigma değişimiyle yeniden yorumlanıp çözülen anomali türü, henüz çözülmemiş “normal” bir problemden ilk bakışta ayırt edilemez.
Normal bilimin yürütüldüğü paradigmalar, tıpkı evrenin dokusu gibi, bir dereceye kadar esnektir; bazen oldukça büyük fikirler bile kökten bir değişime gerek olmadan dahil edilebilir. Hatta bazıları, bilimin bu şekilde kendini uyarlama kapasitesinin, Kuhn’un örnek verdiği dönemden beri arttığını düşünüyor. Bilim bugün çok daha kurumsallaşmış ve disipline edilmiş durumda; bu da onun dünya görüşlerine bir istikrar, hatta bir katılık kazandırıyor olabilir.
Bu kötü bir şey olmak zorunda değil. Teknolojik ilerleme için paradigma değişimleri şart değil. Ancak, eğer bu çağ sona ermişse, bilimin heyecanının bir kısmı da sona ermiş demektir — ve Hubble geriliminin, paradigmaların hâlâ sökülüp yeniden kurulabileceğini göstermesini istememek elde değil.