Azerbaycan–Ermenistan dosyasında son haftalarda duyduğumuz “barış çerçevesi” cümlesi Washington’da kulağa hoş geliyor. Fakat çerçevenin içi henüz dolu değil. Metin, iki lidere de fotoğraf veriyor; sahada ise “kim, neyi, ne zaman yapacak” sorularına net yanıt üretmiyor. Bu boşluk tesadüf değil. Tarafların hedefleri farklı; uygulama mekanizmaları zayıf; kamuoyları tavize hazır değil; İran ve Rusya masada olmasa da sahada. Üstüne, eşzamanlı ekonomik fayda zinciri kurulmadığı için, herkesin “hemen yarar gördüğü” bir politika koalisyonu oluşmuyor.
Bu, klişe bir “Karabağ bitmedi” yorumu değil; tasarım hatası uyarısı. Çatışma çözümünde kalıcı sonuçlar, teknik şemalardan çok güvenilir taahhütlerden doğar. Güvenilir taahhüt ise üç şeye dayanır: uygulanabilir takvim, otomatik tetiklenen ödül–ceza seti ve bağımsız denetim. Bugün masada bunların hiçbiri yeterince net değil. Dolayısıyla protokol, siyasetçilere vitrin, şahinlere ise boşluk yaratıyor.
İran ve Rusya’yı sadece “spoiler” olarak görmek de eksik kalır. Tahran’ın itirazı güvenlik kadar ticari: Doğu–Batı hattının güney alternatifini kaybetmek istemiyor. Moskova’nın sorunu ise kontrol: Kendi arabuluculuğu dışında gelişen her normalleşme, nüfuz kaybı demek. Bu iki aktör masada yoksa bile, yol üstünde. Bu yüzden “koridor” tartışmaları coğrafyadan çok jeopolitik hakkında: Hangi hattın kime kaldıraç vereceği belirlenmeden teknik çizgi çizilemiyor.
Peki Türkiye? Dosya Ankara için hem fırsat hem mayın tarlası. En rasyonel strateji, “büyük barış” söylemi yerine “sigortalanabilir küçük adımlar” dizisi. Örneğin, belirli sınır kapılarında eş zamanlı gümrük kolaylığı; karşılığında belirli bölgelerde geri dönüş ve mülkiyet dosyalarında somut ilerleme. Her adım için ayrı bir teminat, ayrı bir denetim ve gecikmeye karşı otomatik yaptırım. Bu, büyük manşetler getirmez ama geri dönüşü kolay ve maliyeti sınırlı sonuçlar üretir. Ayrıca İran ve Rusya’nın veto kapasitesini de zayıflatır; çünkü itiraz ettikleri takdirde “ticari hayatı bozan taraf” konumuna düşerler.
Ukrayna dosyasında resim daha da karmaşık. Cephedeki denge, klasik bir “yorgunluk ateşkesi”ni akla getiriyor: Kimse kazanamıyor ama herkes durmak istiyor. Bu tablo, dışarıdan bakıldığında “ateşkes yakındır” hissi yaratıyor. Fakat siyaset ateşkes kadar psikoloji de istiyor: Tarafların kendi kamuoylarına anlatabilecekleri bir hikâye ve ileride tekrar savaşmayı maliyetli kılacak bir mimari. Bu ikisi olmadan ateşkes, sadece bir mola olur.
Türkiye’nin çıkar fonksiyonu burada nettir: Karadeniz’de risk primi düştükçe, hub rolü artar; tahıl ve metal koridorları kalıcılaştıkça lojistik zincirleri derlenir; turizm ve enerji akışları öngörülebilir hale gelir. Fakat diplomatik refleks, “adil barış” ile “kötü barış” arasındaki farkı ayırt edebilmeli. Kötü barış kısa vadede ticareti canlandırır ama uzun vadede emsal yaratır, statükoyu şiddetle değiştirmenin ödüllendirildiği mesajını verir. Türkiye’nin doğru çizgisi, tam barış ufukta görünmüyorsa bile, adil barışın unsurlarını adım adım inşa eden teknik paketlerdir.
Bunu somuta çevirelim. Montreux’nün ruhunu genişleten, ama siyasi taraf tutmayan bir “Karadeniz denizcilik emniyeti” protokolü, tahıl ve gübre ihracatını sigorta eden özel bir reasürans havuzu, liman–liman takip ve ödemelerin escrow üzerinden gittiği bir ticaret altyapısı… Bunlar büyük sözler değil; ama çalışır. Ayrıca içerideki siyasetten bağımsız bir “çıkardaşlar koalisyonu” kurar: sigortacılar, armatörler, bankalar, ihracatçılar… Barışın kısmi faydaları böyle toplanır.
Ankara’nın politika testi şudur: Her teklif, üç kutuyu aynı anda işaretlemeli—geri döndürülemez küçük ilerleme; ölçülebilir ekonomik fayda; üçüncü tarafça doğrulanabilir denetim. Eğer bir öneri bu üçünden birinde zayıfsa, manşet olur ama kalıcı olmaz. Eğer üçünü de sağlıyorsa, sessiz ilerler ama birikir. Kafkasya dosyasında da, Ukrayna denkleminde de Türkiye’nin en büyük avantajı, sert güç değil; riskleri fiyatlayıp yönetebilen ticari–lojistik kapasite. Bu kapasiteyi siyasi pozisyonun yerine değil, üstüne koymak gerekir.
Riskler nerede? Bir: Bölgesel aktörlerin “önleyici sabotaj” kapasitesi. İki: İç politikada milliyetçi tepkilerin düşük maliyetli siyaset olarak görülmesi. Üç: Batı’nın dalgalı odağı—ABD seçim takvimi ve Avrupa’nın savunma tartışmaları dikkat dağıtıyor. Bu üçlü, iyi tasarlanmamış her girişimi raydan çıkarabilir. O nedenle Ankara’nın dili düşük profilli, tasarımı fazla sigortalı olmalı.
Kısa vadeli baz senaryo, Ukrayna’da zımni bir ateşkes ekonomisinin doğması; Kafkasya’da ise “yol haritası var ama çakıl taşları çok” evresi. Bu, kötümser bir tablo değil. Yatırımcı diliyle söyleyelim: oynaklığı düşürür, iskonto oranını az da olsa indirir, iş yapılabilir alan açar. Fakat bu alanı büyütmek, “bir büyük anlaşma”yla değil, birbiriyle eklemlenen küçük anlaşmalarla mümkün. Başlığın değil, şartnamenin kazanacağı bir dönem.
Son söz: Jeopolitikte iyi politika, zirvede çekilen fotoğraf değil; inişi güvenli kılan hat seçimi. Türkiye bugün tam da o hat üzerindedir. Dikkatli adım, sağlam ip, kısa aralık. Fotoğraf belki mütevazı çıkar; ama iniş sağlamsa, ertesi gün bir adım daha atılır. Şu an ihtiyaç duyduğumuz şey tam olarak bu.