BS Ekonomi Bağımsız Medyasını Destekleyin
Eğer abone iseniz giriş yapınız.
Madenciler daha önce de açlıkla karşılaşmışlardı, ama hiçbir zaman böylesiyle değil. Sonrasında çatlamış derilerden, iyileşmeyen yaralardan, ne uyumaya ne de tam olarak uyanık kalmaya izin vermeyen bir boşluktan söz edeceklerdi. George ve Alfred buna “açlığın yas hali” diyordu—içten gelen, insanı uyuşturan bir hissizlik. Bir keresinde tam 18 gün boyunca hiçbir şey yememişlerdi. Ama “gün” dediğin neydi ki, aylarca gün ışığı görmemişken?
Görevleri, Buffelsfontein altın madeninin 37 katlı yapısının orta seviyelerinden birinde, yerin yaklaşık bir kilometre altında oturup, beton şafttan halatla indirilen yiyecekleri toplamak ve alttaki katlara iletmekti. İşlerin iyi gittiği zamanlarda, neredeyse her şeyi bulabiliyorlardı—şişirilmiş fiyatlara da olsa: mısır lapası, sardalya, kurutulmuş et (biltong), süt, bisküvi, mayonez, Coca-Cola, bira, viski, sigara, hatta yerel KFC’den kovalar dolusu tavuk bile.
Halat yalnızca yiyecek değil, insan da taşıyordu. “Buffels” diye bilinen bu maden 2013’te kapandığında, asansör kafesi de durmuştu. Aynı şekilde havalandırma fanları ve soğutma sistemleri de. Madenin en derin noktasında—yerin 3 kilometre altında—kayaların doğal sıcaklığı 58,6°C idi. Boş tünellerin labirentlerinde kaçak olarak çalışan bu adamlara boşuna “zama-zama” denmiyordu—şansını deneyenler.
Zama-zamaların çıkardığı altınların çoğu, ruhsatlı satıcılara, tefecilere ya da küçük maden şirketlerine satılıyordu. Kaçak kökenleri silinince, bu altınlar küresel piyasalara karışıyor, sonunda alyanslara ya da külçe kasalarına ulaşıyordu. Altın fiyatı yükseldikçe, madenciler daha derine iniyordu. 2015’te bir ons altın 1.000 doların biraz üzerindeyken, 2024 sonunda tarihte ilk kez 3.000 dolara yaklaşıyordu.
Ama ticaret dünyası, yerin altında yavaş yavaş açlıktan ölen bu adamlar için hiçbir anlam ifade etmiyordu. 2024 Ağustos’unun bir günü, George ve Alfred (gerçek isimleri değil), halatın inmesini beklediler, ama inmedi. Ertesi gün de inmedi. Başta pek kaygılanmadılar—daha önce de yiyecek teslimatları durmuştu. Ama bu kez günler haftalara, aylaraysa aylara dönüştü. Sıkı rasyonlamaya rağmen, yiyecek stokları tehlikeli biçimde azalıyordu. Ve halat olmadan çıkmak kolay değildi.
Cep telefonu sinyali de yoktu, yani dış dünyayla tamamen bağlantısızdılar. Kasım ayında başka bir zama-zama halatla madene indi ve onlara Güney Afrika polisinin şaftın tepesinde kamp kurduğunu, içeri ne girip ne çıktığını kontrol ettiğini söyledi. Polis, bu şekilde madencileri yüzeye çıkmaya zorlamayı umuyordu. Ama aynı zamanda onların kurtulmak için güvendikleri gizli halat ekiplerine de erişimi engellemişlerdi.
Polis, madencilere başka bir şafttan yürüyerek çıkabileceklerini, ama onların tutuklanmaktan korktukları için çıkmadıklarını söylüyordu. Madencilerse o şaftın ulaşılamaz olduğunu iddia ediyordu—ki bu iddia şaftın sahibi tarafından da doğrulanmıştı—ve yüzeye çıkmak için çaresiz olduklarını belirtiyorlardı. Alfred sonradan şöyle demişti: “Herkes çıkmak istiyordu. ‘Hapiste olmak, bu madenin hapishanesinde olmaktan çok daha iyi’ diyorlardı.”
Kasım ayının ilerleyen günlerinde, polis sonunda yakındaki bir gecekondu mahallesinin sakinlerinin halat göndermesine izin verdi. Bir madenciyi yukarı çekmek 20 adamın 40 dakikasını alıyordu; yaz sıcağında günde sadece birkaç kişi çıkarılabiliyordu. Ayrıca az miktarda lapa ve mısırdan yapılan bir içecek olan mageu da indiriliyordu.
Ama bu yardımlar yetersizdi, kurtarma çok yavaştı. Yeraltında adamlar yiyecek için birbirleriyle kavga ediyordu; yere düşen kırıntılar için birbirlerinin üstüne atlıyorlardı. Ölüyorlardı: bazıları açlıktan, bazıları hastalıktan, bazılarıysa kurtulmak için tırmanmaya çalışırken düşerek. George ve Alfred, bazı madencilerin ölüleri yemeye başladığını, bir parça et karşılığında üç gram altın verdiklerini anlattı. Bir madenci, günlük lapa hakkını aldıktan sonra patronlarından bir kap daha istemişti, ama reddedilmişti. Yarım saat sonra ölmüştü.



Şöhret ve servet
Güney Afrika’nın Stilfontein kenti yakınlarındaki Khuma’da yerel halk bir barda içki içip dans ediyor (üst ve orta). Mandla Charles ise yeraltında polis operasyonu nedeniyle mahsur kalan kaçak madencileri kurtarmak için topluluk öncülüğünde yürütülen bir çabaya liderlik eden eski bir zama-zama (altta).
Madencilerin çoğu Mozambik, Lesotho veya Zimbabve’den gelen göçmenlerdi; ancak George ve Alfred Güney Afrikalıydı. Başlangıçta kendilerini, “Kendi hükümetimiz bizi öldürmez,” düşüncesiyle teselli etmişlerdi. Ama artık o kadar emin değillerdi. Alfred, sonsuz gibi görünen beton şaftın derinliklerine bakarken, neden açlıktan uzun bir ölüm süreci yaşamaktansa basitçe aşağı atlamayı seçmediğini sorguladı.
1886’da bugünkü Johannesburg’un üstündeki yüksek platoda yer alan kayalık sırt Witwatersrand’da altın keşfedildiğinde, en büyük sorun onu yer altından çıkarmak için çalışacak insan bulmaktı. Madende çalışmak düşük ücretli, fiziksel olarak yıpratıcı ve tehlikeliydi: madenciler kazalarda ya da zatürre ve silikoz gibi akciğer hastalıklarından ölme riskiyle karşı karşıyaydı. Beyaz siyasetçiler, maden sahiplerinin baskısıyla, bu işgücü açığını kapatmanın yolunu siyah Afrikalıları çiftliklerinden zorla çıkararak yer altına göndermekte buldu. Siyah çiftçilerin topraklarını ellerinden alan 1913 tarihli Yerlilerin Arazi Yasası gibi cezalandırıcı vergiler getirildi – bu yasa sonradan apartheid rejiminin temel taşlarından biri olacaktı. Madencilik şirketleri ayrıca komşu ülkelerden işçi topladı, onları şaftların yakınına hapishane benzeri kamplara yerleştirdi. Çok sayıda erkeğin çalışmak üzere Güney Afrika’ya göç ettiği dağ krallığı Lesotho’da, şair-şarkıcılar madene giden treni “cumhuriyetin çoraklığından geçen bin ayaklı” olarak tasvir ettiler, “durmaksızın çalışarak yaşanılan yer” diye tarif ettiler.
Johannesburg’un “altın şehri” olarak bilinen gettolarında ve kamplarında sert bir kültür kök saldı. Göçmenler, şiirsel sözleri, akordeon ve ev yapımı lastik tekerlek ve tenekeden davullarla birleştiren bir müzik türü geliştirdiler. Kadınlar da bu müzik eşliğinde çarpıcı biçimde dans ediyordu ve bu tarz, Sesotho dilinde “etekleri kaldırmak” anlamına gelen ho re famo ifadesinden türeyen “famo” olarak anılmaya başladı.
Altın fiyatı ne kadar yükseldiyse, madenciler o kadar derine indi. 2015’te bir ons altın sadece 1.000 dolar civarındayken, 2024’ün sonlarında tarihte ilk kez 3.000 dolara yaklaşmıştı.
Bu müzisyenler, İkinci Dünya Savaşı’nda Sovyetler Birliği’ne hayranlık duyan Lesotho göçmenleri tarafından kurulan “Marashea” adlı bir çetenin maaşlı çalışanlarıydı. “Ruslar” diye bilinen bu grup, madencilere belirli bir ücret karşılığında içki ve kadın sağlıyordu.
Altın madenciliği son derece sömürücü ama aynı zamanda son derece verimliydi: bazı tahminlere göre Güney Afrika, bugüne kadar çıkarılan altının %40’ını tek başına üretmişti. 1953’te açılan Buffels madeni, Johannesburg’un yaklaşık iki saat güneybatısındaki Klerksdorp kenti çevresindeki maden kümelerinden biriydi. 60 yıllık faaliyetinde toplam 2.200 ton altın çıkardı.
1983 yılında yayımlanan Buffels kurumsal broşürü, bu işletmeyi hem mühendislik harikası hem de başlı başına bir sosyal dünya olarak yüceltir. Her ay 93 milyon kilovatsaat elektrik, 600 ton yiyecek ve 4.000 yüzme havuzunu dolduracak kadar su tüketilirdi. Yaklaşık 18.000 kişi çalışıyordu. Siyah işçiler 40 farklı futbol takımında oynarken, beyazlar golf kulübüne üyeydi.
Ancak bu refah dönemi sonsuza dek süremezdi. 1985’te Güney Afrika’nın altın madenleri 500 binden fazla kişiye istihdam sağlarken, bu sayı 2022’de 90 binin altına düşmüştü. Bu düşüşün birçok nedeni vardı, ama en önemlilerinden biri altına ulaşmanın giderek zorlaşmasıydı. Buffels 2013’te kapandığında, yerin derinliklerinde hâlâ 54 ton rezerv bulunduğu, bugünkü fiyatla 5.8 milyar dolar değerinde olduğu biliniyordu. Ancak bu rezervlere ulaşmak kârlı olmaktan çıkmıştı: madenciler vardiyalarının saatlerini sadece rezervlere ulaşmak için harcıyordu.
Zama-zamalar içinse bu caydırıcı bir neden değildi; onlar yeraltında aylarca yaşamaya hazırdılar. Şirketler çekildiğinde hemen yerleştiler. 2015’te yayımlanan güvenlik kamerası görüntüleri, bazıları makineli tüfek taşıyan onlarca adamın Buffels’teki binaları hurdacılık için talan ettiğini gösteriyordu. Bir süre sonra tünelleri tamamen ele geçirdiler. Yeterince uzun bir ipin ve yükseklik korkusu olmayan bir zihnin varsa, bu pek de zor değildi. Bazı şaftlar beton plakalarla kapatılmıştı, bu plakalar patlatılabiliyordu; diğerleri ise hâlâ gökyüzüne açıktı.
İsmini gizli tutmak zorunda olduğumuz bir adam, terkedilmiş şaftlara ip yardımıyla insan indirmek için para alıyordu. “Ben özgür doğdum,” diyordu – yani apartheid sonrası, 1994 sonrasında – “ama bana özgür yaşadığımızı söyleyemezsin.” Babası eski bir madenciymiş ve silikozdan ölmüş. “Hiçbir tazminat almadı. O yüzden şimdi madene ben tazminatımı almaya gidiyorum.”


Aşağıya bakma: Stilfontein’deki terkedilmiş Buffelsfontein altın madeninde bir şaft (üstte). Emekli bir madenci, maden sahasındaki harap olmuş ofislerden hurda metal topluyor (altta).
Madencilerin çoğu Mozambik, Lesotho veya Zimbabve’den gelen göçmenlerdi; ancak George ve Alfred Güney Afrikalıydı. Başlangıçta kendilerini, “Kendi hükümetimiz bizi öldürmez,” düşüncesiyle teselli etmişlerdi. Ama artık o kadar emin değillerdi. Alfred, sonsuz gibi görünen beton şaftın derinliklerine bakarken, neden açlıktan uzun bir ölüm süreci yaşamaktansa basitçe aşağı atlamayı seçmediğini sorguladı.
1886’da bugünkü Johannesburg’un üstündeki yüksek platoda yer alan kayalık sırt Witwatersrand’da altın keşfedildiğinde, en büyük sorun onu yer altından çıkarmak için çalışacak insan bulmaktı. Madende çalışmak düşük ücretli, fiziksel olarak yıpratıcı ve tehlikeliydi: madenciler kazalarda ya da zatürre ve silikoz gibi akciğer hastalıklarından ölme riskiyle karşı karşıyaydı. Beyaz siyasetçiler, maden sahiplerinin baskısıyla, bu işgücü açığını kapatmanın yolunu siyah Afrikalıları çiftliklerinden zorla çıkararak yer altına göndermekte buldu. Siyah çiftçilerin topraklarını ellerinden alan 1913 tarihli Yerlilerin Arazi Yasası gibi cezalandırıcı vergiler getirildi – bu yasa sonradan apartheid rejiminin temel taşlarından biri olacaktı. Madencilik şirketleri ayrıca komşu ülkelerden işçi topladı, onları şaftların yakınına hapishane benzeri kamplara yerleştirdi. Çok sayıda erkeğin çalışmak üzere Güney Afrika’ya göç ettiği dağ krallığı Lesotho’da, şair-şarkıcılar madene giden treni “cumhuriyetin çoraklığından geçen bin ayaklı” olarak tasvir ettiler, “durmaksızın çalışarak yaşanılan yer” diye tarif ettiler.
Johannesburg’un “altın şehri” olarak bilinen gettolarında ve kamplarında sert bir kültür kök saldı. Göçmenler, şiirsel sözleri, akordeon ve ev yapımı lastik tekerlek ve tenekeden davullarla birleştiren bir müzik türü geliştirdiler. Kadınlar da bu müzik eşliğinde çarpıcı biçimde dans ediyordu ve bu tarz, Sesotho dilinde “etekleri kaldırmak” anlamına gelen ho re famo ifadesinden türeyen “famo” olarak anılmaya başladı.
Altın fiyatı ne kadar yükseldiyse, madenciler o kadar derine indi. 2015’te bir ons altın sadece 1.000 dolar civarındayken, 2024’ün sonlarında tarihte ilk kez 3.000 dolara yaklaşmıştı.
Bu müzisyenler, İkinci Dünya Savaşı’nda Sovyetler Birliği’ne hayranlık duyan Lesotho göçmenleri tarafından kurulan “Marashea” adlı bir çetenin maaşlı çalışanlarıydı. “Ruslar” diye bilinen bu grup, madencilere belirli bir ücret karşılığında içki ve kadın sağlıyordu.
Altın madenciliği son derece sömürücü ama aynı zamanda son derece verimliydi: bazı tahminlere göre Güney Afrika, bugüne kadar çıkarılan altının %40’ını tek başına üretmişti. 1953’te açılan Buffels madeni, Johannesburg’un yaklaşık iki saat güneybatısındaki Klerksdorp kenti çevresindeki maden kümelerinden biriydi. 60 yıllık faaliyetinde toplam 2.200 ton altın çıkardı.
1983 yılında yayımlanan Buffels kurumsal broşürü, bu işletmeyi hem mühendislik harikası hem de başlı başına bir sosyal dünya olarak yüceltir. Her ay 93 milyon kilovatsaat elektrik, 600 ton yiyecek ve 4.000 yüzme havuzunu dolduracak kadar su tüketilirdi. Yaklaşık 18.000 kişi çalışıyordu. Siyah işçiler 40 farklı futbol takımında oynarken, beyazlar golf kulübüne üyeydi.
Ancak bu refah dönemi sonsuza dek süremezdi. 1985’te Güney Afrika’nın altın madenleri 500 binden fazla kişiye istihdam sağlarken, bu sayı 2022’de 90 binin altına düşmüştü. Bu düşüşün birçok nedeni vardı, ama en önemlilerinden biri altına ulaşmanın giderek zorlaşmasıydı. Buffels 2013’te kapandığında, yerin derinliklerinde hâlâ 54 ton rezerv bulunduğu, bugünkü fiyatla 5.8 milyar dolar değerinde olduğu biliniyordu. Ancak bu rezervlere ulaşmak kârlı olmaktan çıkmıştı: madenciler vardiyalarının saatlerini sadece rezervlere ulaşmak için harcıyordu.
Zama-zamalar içinse bu caydırıcı bir neden değildi; onlar yeraltında aylarca yaşamaya hazırdılar. Şirketler çekildiğinde hemen yerleştiler. 2015’te yayımlanan güvenlik kamerası görüntüleri, bazıları makineli tüfek taşıyan onlarca adamın Buffels’teki binaları hurdacılık için talan ettiğini gösteriyordu. Bir süre sonra tünelleri tamamen ele geçirdiler. Yeterince uzun bir ipin ve yükseklik korkusu olmayan bir zihnin varsa, bu pek de zor değildi. Bazı şaftlar beton plakalarla kapatılmıştı, bu plakalar patlatılabiliyordu; diğerleri ise hâlâ gökyüzüne açıktı.
İsmini gizli tutmak zorunda olduğumuz bir adam, terkedilmiş şaftlara ip yardımıyla insan indirmek için para alıyordu. “Ben özgür doğdum,” diyordu – yani apartheid sonrası, 1994 sonrasında – “ama bana özgür yaşadığımızı söyleyemezsin.” Babası eski bir madenciymiş ve silikozdan ölmüş. “Hiçbir tazminat almadı. O yüzden şimdi madene ben tazminatımı almaya gidiyorum.”



Hayatta kalma modu: Oğlu 11 No’lu şaftta mahsur kalan kadın, kurtarma ekiplerine yemek hazırlamak için diğer yerel kadınlara katıldı (üstte). Madenden gelen bir videoda, cesetler geçici ceset torbalarına konmuş halde görülüyor (altta solda). İnsan Hakları Avukatları adlı sivil toplum kuruluşundan Mametlwe Sebei, kurtarma operasyonu sırasında gazetecilere açıklamalarda bulunuyor (altta sağda).
Bölgede bir düzine kadar şaft vardı ve bunların çoğu zama-zamalar tarafından kullanılıyordu. Şaftlardan yüzlerce kilometrelik tünel, bir ağaç gövdesinden çıkan kökler gibi yayılıyordu. George ve Alfred, 10 numaralı şaftta çalışacaklardı. Kendilerini halatla aşağı bıraktılar; halat koparsa 17 saniye boyunca düşeceklerini düşünmemeye çalışarak. Aşağıda, 1.500 metre derinlikte eski bir ray hattı, yaklaşık 3 km ötedeki 11 numaralı şafta yatay olarak uzanıyordu. Bildikleri kadarıyla bu iki şaft geri kalanlardan tamamen kopuktu.
O andan itibaren anlattıkları hikâyenin ayrıntılarını doğrulamak zor. Hayatta kalan madencilerin hemen hepsi polis gözetimindeydi. George ve Alfred gibi yalnızca birkaç Güney Afrikalı kefaletle serbest bırakıldı. Anlattıkları koşullar, başka madenlerdeki tanıklıklarla da örtüşüyor. Erkekler sıcaklık nedeniyle üstleri çıplak yaşar, yollarını kafa lambalarıyla bulur, yataklarını hurda halatlardan yaparlardı. Bir tünel tuvalet olarak ayrılmıştı. Diğeri yıkanmak içindi. Üstte yağmur yağmasa bile su her yerdendi, bulmak zor değildi.
Polisler gelmeden önceki ilk birkaç ay boyunca George ve Alfred halat işlerinde gecede altı saate kadar çalıştı. Zor bir iş değildi, diyorlardı. Müzik, aile, dışarı çıktıklarında yapacakları şeyler üzerine sohbet edecek zamanları oluyordu: belki ehliyet almak, çocuklarını McDonald’s’a götürmek gibi. Kendileri kazı yapmıyordu ama başkaları çekiç, keski ve patlayıcılarla alt katlarda çalışıyordu. Buralar çok tehlikeliydi, çünkü kaya beklenmedik şekilde çöker ve bir adamı canlı gömebilirdi.
Madencilerin kavga etmeleri, hırsızlık yapmaları ya da fener olmadan hareket etmeleri yasaktı. Patronları, yeraltı dünyasının para birimi olan altınla ceza kesiyordu; bu da şişe kapaklarıyla ölçülüyordu. Zama-zamalar hayatlarını askerlerin disiplinine benzetirdi. “Bu kurallarla yer üstünde yaşasaydık, mükemmel bir dünya olurdu,” dedi başka bir şafta inmiş bir madenci. Bir diğeri, fahişeleri madene indirme girişiminin kıskançlık yüzünden çıkan kavgalar sonrası terk edildiğini anlattı.
“Kendilerini halka yardım eden Robin Hood’lar sanmayın,” dedi Buffels’te çalışmış bir Klerksdorp’lu maden mühendisi. “Bunlar acımasız katiller.”
Bu sert düzen kolaylıkla suistimale dönüşebiliyordu. Polis, daha sonra yeraltı çetelerinden birinin “Kaplan” lakaplı liderini hayatta kalanların tanıklıklarına dayanarak saldırı, işkence ve cinayetle suçladı. BBC’nin bir araştırması, Güney Afrika’nın yasa dışı altın madenlerinde 15 yaşındaki çocukların cinsel istismara uğradığını bildirdi (George ve Alfred madende hiçbir cinsel istismara şahit olmadıklarını savundu).
Her şaftta, madeni kontrol eden çete tarafından işletilen bir “dükkan” vardı. Burada madenciler yiyecek, alkol ve ilaç satın alabiliyordu. George ve Alfred’in çalıştığı yerin birkaç yüz metre altında, büyük bir kilise kadar geniş bir mağarada 10 numaralı şaftın dükkanı bulunuyordu. Bu derinliklerde, altın karşılığında bir altılı Heineken yaklaşık 800 rand’a (yaklaşık 40 dolar) satılıyordu. Madenciler BronCleer isimli, içinde kodein bulunan öksürük şurubunu severdi. “İçiyorsun ve bebek gibi uyuyorsun,” dedi George.
Her ay iki kez tüm madenciler dükkanda toplantı için bir araya gelirdi. Bu toplantılarda şikayetler dile getirilir ve talimatlar verilirdi. Aynı zamanda sosyal bir etkinlikti. Erkekler kızarmış tavukla ziyafet çeker, jeneratöre hoparlör bağlar, Limpopo’lu şarkıcı Makhadzi’nin ritmine dans ederdi. Korsan kopya “Outlaws” dizisini – Lesotho sınırında çatışan iki aileyi konu alan bir dramayı – izlerlerdi. Bu günlerde maden neredeyse ev gibi gelirdi.
Eski Buffels’i tanıyanlar George ve Alfred gibi zama-zamalara hem dehşet hem hayranlıkla bakardı. Klerksdorp’taki mühendis, koşulları “Dante’nin cehennemi, yerin iki kilometre altında” diye tanımladı. Madeni kapatırken sahibi olan Village Main Reef şirketinin eski yöneticisi Bernard Swanepoel ile görüştüğümde, içeride hâlâ birilerinin olmasına çok şaşırmıştı: “Hayatım boyunca madenlerde çalıştım,” dedi. “Bana birini bir kilometre aşağıya halatla sarkıtabileceğini söyleseydin, ne kadar deli olduğunu sana anlatırdım.”
Maden şaftlarının bu kadar tehlikeli olması, kanunun neden kapanış sonrası “rehabilite edilmelerini” şart koştuğunu açıklıyor. Şaftın üstündeki çelik yapı yıkılmalı, metaller hurda olarak satılmalı, molozlar şaftın içine itilmeli. En sonunda da şaftın tepesine ideal olarak en az on metre derinliğinde bir beton tıkaç yerleştirilmeli. Teorik olarak, kimsenin tekrar içeri girmesini engellemeye yetecek kadar.




Bu iş Buffels’te asla tamamlanmadı. Maden 1997’den sonra dört kez el değiştirdi; başka varlıklarla birlikte paketlenerek satıldı ve en sonunda 2015 yılında Çin destekli Heaven-Sent Gold adlı şirket tarafından satın alındı. Yeni alıcılar aslında hâlâ faaliyette olan pakete dâhil başka bir madenle ilgileniyordu, fakat çalışmayan kuyuları da istemeyerek devralmak zorunda kaldılar. Daha sonra rehabilitasyonun gecikmesini, artan maliyetlere, kaçak madenciliğe ve hükümetten gelen “tutarsız fon akışına” bağladılar. Hükümetin bu iş için ayrılan fondan 48 milyon randı (2,7 milyon dolar) serbest bırakmadığını iddia ettiler.
Bu hikâye olağandışı değildi: Güney Afrika genelinde madenler ilgisizce kapatılıyor ve terk ediliyordu. Bench Marks Foundation adlı araştırma grubundan David Van Wyk, “Bütün madencilik altyapısı… terk ediliyor ve yağmalanıyor,” dedi. Johannesburg’daki yollar, altlarındaki tünellerde faaliyet gösteren zama-zamalar yüzünden çökmeye başlamıştı; altın şehri, kelimenin tam anlamıyla yeraltından kemiriliyordu.
Güney Afrika hükümeti, kendi otoritesinin de zayıfladığından endişeleniyordu. Madenci sendikası lideri olarak ün kazanmış olan Devlet Başkanı Cyril Ramaphosa, geçen Kasım ayında yasa dışı madenciliğin ekonomi için “ihracat geliri, telifler ve vergiler” açısından milyarlarca rand kayba yol açtığını yazdı. Bu, zama-zamaların faal madenlerden altın çaldığı, rüşvet vererek ya da tünel açarak içeri sızdığı durumlar için doğruydu; fakat artık kimsenin kazmak istemediği Buffels gibi yerlerde geçerli değildi. Başkan, yasa dışı madencilikle ilişkili suçları da kınadı. Krugersdorp’ta bir maden atığında sekiz kadının müzik videosu çekmek için gittikleri sırada toplu tecavüze uğramasına atıfta bulundu; öfkeli halk, sorumlu tuttukları zama-zamaları taşlayıp dövmüştü.
Aralık 2023’te hükümet ülke genelinde “Vala Umgodi” yani “Deliği Kapat” adıyla bir operasyon başlattı. Amaç, madencilere giden erzak yollarını keserek onları yüzeye çıkmaya zorlamaktı – bir bakanın deyimiyle, “dumanla dışarı çıkarmaktı”. Polis, silahlı madencilerle yeraltında tehlikeli çatışmalara girmeden tünelleri temizlemenin tek yolunun bu olduğunu düşünüyordu.



Çok Az, Çok Geç
Ocak ayında güvenlik görevlileri kurtarma operasyonunun çevresini gözlüyor (üstte). Hükümet bakanları bölgeyi ziyaret ediyor (ortada). Kurtarma ekipleri madene bir kafes indiriyor (altta).
Ev yapımı kurtarma görevi, komşular, yardım kuruluşları ve çevrim içi destekçiler tarafından finanse edilmişti. Polis, mahkeme emriyle bu çabaya isteksizce izin verdi, fakat madencilere malzeme göndermenin “devam eden operasyonların amacını boşa çıkardığını” savundular. Aralık ayında profesyonel bir kurtarma servisi, adamları yer üstüne çıkarmak için mobil mekanik kafesle yapılacak operasyon için 11,3 milyon randlık (yaklaşık 620.000 $) teklif verdi. Ancak hükümet ve maden sahipleri bu bedelin kimin ödeyeceği konusunda tartışıyordu.
Polis ayrıca madencilerin, hâlâ çalışan bir asansörün bulunduğu, kuş uçuşu yaklaşık 7 km kuzeydeki Margaret adlı başka bir şafttan yüzeye çıkabileceklerini belirtti. Operasyon başladığından beri yüzlerce zama-zama yer altından bu tünelleri yürüyerek geçerek bu şafttan çıkmıştı. Ancak bu seçenek, 10 ve 11 numaralı şaftlardaki madenciler için mümkün görünmüyordu. Aralık ayında Margaret şaftının kısmi sahibi olan Harmony Gold tarafından sunulan bir beyanda, bağlantı tünellerinin çöktüğü ve su bastığı, bu nedenle madencilerin oraya ulaşmasının “imkânsız” olduğu ifade edildi. Deneyenlerin geri döndüğü belirtilmişti.
Şimdilik tek yaşam hattı halat olmuştu. Khuma’dan gelen kurtarıcılar, halatı bir makaranın içinden geçirip, molozlarla sabitlenmiş bir borunun çevresine doladılar. Polis gözetiminde, mısır lapası paketlerini plastikle sararak aşağıya gönderdiler. Ardından yukarı çekmeye başladılar. İlk başta güçlü, sonra sıcaklığın etkisiyle yavaşlayan bağırış ve sohbetlerle halatı çeken bir düzine adam vardı.
İpler yığın halinde yükseldikçe, yaklaşık 40 dakika sonra, diğer ucunda sarı yağmurluk giymiş, güneşe gözlerini kısarak bakan Mozambikli sıska bir adam belirdi. Yüzündeki ifade şaşkınlık mıydı, yoksa korku mu? Neden bilmiyorum ama bir yenidoğanın rahimden çıkıp ışığa kavuştuğu an geldi aklıma. Polisler beni ve başka bir gazeteciyi sahneden uzaklaştırdı, sanki utanıyorlardı. Paramedikler adamı seruma bağlarken, polis onu tutukladı. Kurtarıcılar rahatladı: bazı günler sadece ceset çıkarabiliyorlardı.
Güney Afrika’da, birçok ülkede olduğu gibi, göçmenler karmaşık toplumsal sorunlar – uyuşturucu ticareti, işsizlik gibi – için günah keçisi haline gelmişti.
Tüm bu dram yaşanırken, George ve Alfred hâlâ yerin bir mil altındaydı. Diğer madencilerin çoğu gibi, onlar da kurtarıcıların sadece oraya yiyecek gönderdiği 11 numaralı şaftta bulunuyordu. Saatler süren yürüyüşün ardından, su basmış tünelde boruların üstünde dengede yürüyerek oraya ulaşmışlardı. Şimdi bir tabağı, bir battaniyeyi ve bir yatağı paylaşıyorlardı.
Kurtarma başladığında aşağıya bir not gönderilmişti: önce ölüler, hastalar ve Güney Afrikalılar çıkarılacaktı. Mozambikli bir adam, George ve Alfred’e gitmemelerini söyledi çünkü son Güney Afrikalı da çıkınca, kimsenin geriye kalanları umursamayacağını düşünüyordu. Bir gün Aralık ayında sıra Alfred’e geldi. Artık kendini dışarıda, güneşin altında hayal edebiliyordu ama George’a sevinç gösteremezdi; çünkü o geride kalacaktı.
George onu izledi, sırasının yakında geleceğini düşünüyordu. Ama günler geçtikçe umutları tükenmeye başladı. “Dedim ki: Tanrım, lütfen yardım et, burada ölmeyeceğim, mezarım burası olmayacak.” Eğer halat gelmeyecekse, kendisi kaçmak zorundaydı.
Başka bir çıkış vardı ama öylesine tehlikeliydi ki, sadece açlıktan ölmeye yaklaşan bir insan bunu göze alırdı. 10 numaralı şaftta, bir zamanlar mekanik kafesi taşıyan metal çerçevenin kalıntıları duruyordu. Paslanmış kalıntılar boyunca, 1 kilometreden fazla dikey tırmanışla yüzeye ulaşmak mümkün olabilirdi. George, başka adamların halata düğümler atıp basamak gibi kullanarak bunu denediğini görmüştü. Bazılarının düştüğünü de duymuştu.
On dört adam onunla birlikte tırmanmaya başladı. George’un anlattığına göre, kısa bölümler halinde tırmanıyorlar, bir zamanlar elektrik trafolarının bulunduğu girintilerde dinleniyorlardı. Bu girintilerden birinde, nemli bir cips paketi buldular; ipleri yakıp ateşle kuruttular. Onun dışında sadece su ve biraz tuzla idare ettiler. Saatlerinden gece olduğunu anladıklarında uyudular. Ertesi sabah bir daire oluşturup dua ettiler, sonra tekrar yola koyuldular.
İlk gün adamlardan biri düştü. Karanlıkta ne olduğunu kimse göremedi. Tırmanırken, bu yoldan daha önce gitmeye çalışıp düşmüş dokuz adamın cesetlerini geçtiler: ip, metal ve kemik yığınları hâlâ boşluğun üzerinde asılıydı. George, ölülerin ruhlarına fısıldadı: “Lütfen çocuklar, bizim bu olanlarda bir suçumuz yok. Sizin ölümünüzden sorumlu değiliz ama eğer ruhunuz bizi yakalayacaksa, bize yüzeye ulaşmamızda rehberlik edin ki burada neler olduğunu anlatabilelim.”



Işığa Doğru
Madenciler, çoğu zama-zama olan yerel halkın bakışları altında yüzeye çekiliyor (üstte ve ortada). Hayatta kalan madenciler ise ciddi şekilde yetersiz beslenmiş durumdaydı (altta).
Beşinci günün sonunda George’un anlattığına göre, hayatta kalan 13 yoldaşıyla birlikte yüzeye ulaştılar. Vücutları çizik ve morluklarla doluydu. Kramp nedeniyle elleri kaskatıydı. Onları bekleyen bir polis, kaçacak halleri olmamasına rağmen silah doğrulttu. Polis, yaptığı açıklamada “Madenciler, son günlerde yüzeye çıkanların gösterdiği gibi, kendi başlarına çıkabilecek durumdalar” dedi.
Noel arifesinde Khuma’dan gelen kurtarıcılar son bir gıda paketi gönderdi. Fonları tükeniyordu. Üç gün sonra maden sahipleri, profesyonel kurtarma ekipmanlarının geleceğini düşünerek kuyu çevresindeki zemini düzleştirdi. Ancak bu ekipman haftalarca gelmeyecekti. Bu sırada, halat sistemi için kullanılan taşlar da kaldırıldı.
Yeraltındaki adamlardan Ocak 9’a kadar bir haber alınamadı. O gün, yeni bağışlar geldikten ve halat sistemi yeniden kurulduktan sonra, Khuma’dan kurtarıcılar halatı aşağı indirdi. Yukarı dönen bir mektup düzgün Sesotho dilinde şöyle diyordu: “Burada 109 ceset var ve insanlar her saat başı ölüyor… Zayıfız ve enerjimiz kalmadı.” Halatla çıkarılan bir adamın telefonundaki videolarda, plastiklere sarılmış ve iplerle bağlanmış sayısız ceset görülüyordu. Pretoria’daki Yüksek Mahkeme, ne yapılması gerektiğine dair karar vermeye çalışırken bir hâkim krizin “tarihimizin en karanlık noktası” olabileceği uyarısında bulundu.
Ancak bu noktada hükümet, madencilik sektörünün de maliyetini paylaşmasıyla uzman kurtarma şirketi Mines Rescue Services ile sözleşme yaptı. Operasyonu yöneten Mannas Fourie, bana daha sonra şunu söyledi: “Terk edilmiş kuyulardan insan kurtarmak, girilebilecek en uç kurtarma görevlerinden biridir.” Ekip, kuyunun ayrıntılı planları kaybolduğu için neredeyse kör şekilde çalışıyordu. 45 tonluk bir mekanik vinç getireceklerdi ama kuyunun yanındaki zeminin bu ağırlığı taşıyıp taşıyamayacağından bile emin değillerdi.
13 Ocak’ta vinçle kafes indirildi. Polis ya da kurtarma personelinden kimse aşağı inmek istemedi; madencilerin silahlı olabileceğinden korkuyorlardı. Bunun üzerine Khuma’dan kurtarıcılar Shasha ve Mandla gönüllü oldu. Mandla, daha sonra orada tanrı gibi karşılandıklarını anlattı. Ancak en çok hatırladığı şey, ellerindeki ceset kokusuydu. Kafes normalde altı kişilikti, ancak hayatta kalanlar o kadar zayıftı ki 13 kişi sığabiliyordu. Yine de herkesin çıkarılması günler sürecekti.
Mozambikli bir adam George ve Alfred’e gitmemelerini söylemişti çünkü son Güney Afrikalı da giderse geride kalanlara kimsenin aldırış etmeyeceğini, hepsinin ölüme terk edileceğini düşünüyordu.
İkinci gün, medya önünde açıklama yapmak üzere bir grup yetkili geldi. Bakan Gwede Mantashe şöyle dedi: “Bir tren geliyor, raylara çıkıyorsun ve tren seni eziyor… bu insani bir mesele mi?” Kaçak madencilerin çoğunun Güney Afrikalı olmadığını vurguladı. “Bu bir suç faaliyeti, yabancı uyrukluların ekonomimize saldırısıdır.” O konuşurken, kafes hâlâ yukarı aşağı inip çıkıyordu; boşluğun içinde bir yo-yo gibi.
Sonra yetkililer, Khuma’dan kimseyle konuşmadan arabalarına binip gittiler. Birkaç kişi, siyah camlara öfkeyle bağırdı. George’u bir ağacın gölgesinden izlerken gördüm. “Neden buradalar?” diye sordu. “Sadece cesetleri mi selamlamak için mi geldiler?”
Üçüncü günün sonunda kurtarılacak kimse kalmamıştı. 246 hayatta kalanın 128’i Mozambikli, 80’i Lesotholu, 33’ü Zimbabweli ve sadece 5’i Güney Afrikalıydı. Hepsi gözaltına alındı ve izin olmadan madencilik yapmak ve ülkeye yasadışı girmek gibi suçlamalarla yargılandı. Dördü hastanede hayatını kaybetti. Kafesle birlikte 78 çürümüş ceset çıkarıldı. George’un kaçarken üzerinden geçtiği cesetler gibi, bazıları asla çıkarılamayacaktı.
Kurtarma operasyonundan sonraki hafta Lesotho’ya gittim. Başkent Maseru’da bir plakçıda famo çetelerinin renklerini taşıyan örme kazaklar askıda duruyordu. Artık kimse onları sokakta giyemiyordu. Hükümet, geçen yıl mayısta birçok famo grubunu terör örgütü ilan edip yasaklamıştı. CD’ler aldım, Khuma’daki bazı tanıdıklarıma gösterdim. “Bu şarkıcının müziğini burada çalarsan vurulursun” dediler.
Maseru’dan bir yerel gazeteciyle birlikte yola çıktık. Beş saat boyunca sarı papatyalar ve dikenli bitkilerle çevrili dolambaçlı yolları geçtik. Bazen bir atlı tepenin üzerinden çıkıyor, Arthur efsanesinden çıkmış bir şövalyeyi andırıyordu: tunik yerine battaniye, başlık yerine kar maskesi, mızrak yerine uzun bir kırbaç. Sonunda bir dağın eteğine vardık; madeni kuyusunun derinliği kadar yüksekteydik. Ufka kadar uzanan manzara, bulut gölgeleriyle benek benekti, gümüş şelalelerle örülmüştü. Yeraltının sıkışmış karanlığından daha uzak bir şey olamazdı.



Duvara yazılan kader
Khuma kasabası (üstte), Güney Afrika’nın altına hücum döneminde madenciler için inşa edilmişti. Şimdi ise yeraltında mahsur kalan birçok zama-zama’ya ev sahipliği yapıyor. Bir berber Khuma’da saç kesiyor (ortada). Buffelsfontein’de terk edilmiş bir maden ocağı kuyusu görülüyor (altta).
Supang Khoaisanyane’nin evi tam oradaydı: yarım kalmış, sıvasız ve çatısız. Ailesi bitişikteki yuvarlak taş kulübede yaşıyordu. Erkekler tahta bir sıraya, kadınlar ise yere serili bir hasıra oturmuştu. Supang’ın annesi, yasını tuttuğu tek yatakta uzanıyordu. Birkaç gün önce Supang’ın Buffels’te ölenlerden biri olduğunu, 39 yaşında hayatını kaybettiğini öğrenmişlerdi.
Supang, 2016 yılında Güney Afrika’nın maden kasabası Welkom yakınlarında terk edilmiş bir madende çalıştıktan sonra evinin duvarlarını örmüştü. Ancak çatısını almak için parası yetmemişti. Bu yüzden üç yıl önce sırtına bir çanta geçirip tekrar dağa doğru yola koyuldu. Ailesine nereye gideceğini söylememişti ama tahmin edebiliyorlardı. Babası Lepolesa, maden kapanmadan önce Buffels’te çalışmıştı. Hâlâ insanların bu kuyulara inmeye cesaret edebildiğine inanamıyordu.
En yakın kasabada Supang’ın arkadaşı Thabo’yu bulduk (gerçek adı değil). Daha önce Welkom’da birlikte yeraltına inmişlerdi. Thabo’nun altın çıkararak satın aldığı bir Nissan minibüsün arkasında oturduk. Thabo, düşük maaşlarla polis, asker ya da hemşire olarak çalışan eski okul arkadaşlarından daha iyi durumda olduğunu övünerek anlattı. Bu civardaki her on erkekten yedisinin bir noktada yasa dışı madenciliği denediğini tahmin ediyordu. Kızların zama-zamalara ilgi duyup duymadığını sordum. “Çok fazla!” diye gülümsedi.
Thabo, TikTok’tan terk edilmiş madenlerde çalışan erkeklerin famo ezgileri ve eski madenci şarkıları eşliğinde çekilmiş videolarını gösterdi. Telefonunun arka planı, baş lambası takılı hâlde taşları karıştırdığı bir yeraltı fotoğrafıydı. Supang’ın ölümünü duyunca ne hissettiğini sordum. “Aah!” dedi, hecesi teslimiyetle uzadı. “Biz böyle yaşıyoruz.”
Peki, Supang’ı ve Buffels’te öldüğü bilinen 90 erkeği kim öldürdü? Famo çeteleri kuyuları zorla ele geçirdi. Maden sahipleri kuyuları mühürlemek için yeterli önlem almadı. Hükûmet, kurtarma çalışmalarında ağır davrandı. Polis, madencileri bile bile aç bıraktı ve dışarı çıkmalarının kolay olduğunu öne sürdü – ki bu doğru değildi. Ekonomi ise, “şansını deneyenler” için başka pek seçenek sunmuyordu.
“Burada 109 ceset var ve her saat insanlar ölüyor… Zayıfız, artık enerjimiz kalmadı.” Kurtarılan bir adamın telefonundaki videolarda onlarca ceset plastik örtülere sarılmış ve iple bağlanmış şekilde görülüyordu.
Güney Afrika İnsan Hakları Komisyonu ne olduğuna dair bir soruşturma başlattı ancak duruşma tarihleri henüz belirlenmedi. Sivil toplum kuruluşlarından oluşan bir koalisyon, bu “kitlesel cinayetten” sorumlu tuttukları yetkililer hakkında ceza davası açılmasını talep ediyor. En gür seslerden biri olan “Madencilikten Etkilenen Topluluklar Birliği”nden Sabelo Mnguni, “Bu durum önlenebilirdi, insanlar kurtarılabilirdi,” dedi. Ancak kamuoyunda büyük bir öfke yok; sosyal medyada bazıları madencilerin bunu hak ettiğini öne sürdü. Cumhurbaşkanı Ramaphosa, ölümler hakkında hiçbir açıklama yapmadı.
Polis ise “Deliği Kapat” Operasyonu’nun devam edeceğini söylüyor. Şubat sonu itibarıyla ülke çapında 18.000’den fazla kişi gözaltına alındı. Ayrıca 458 ateşli silah, 283 kamyon, 5 milyon rand nakit para ve 32 milyon rand (1.7 milyon dolar) değerinde işlenmemiş elmas ele geçirildi. Buffels’teki ölümlerle kimin sorumlu olduğunu sorduğumda polis sözcüsü yorum yapmayı reddetti.
Bu sırada Khuma’da tanıştığım erkeklerin birçoğu artık yüzeyde kazı yapıyor ya da atık yığınlarında hurda metal arıyor. Bazıları, çıkardıkları cesetlerle ilgili kabuslar gördüklerini söylüyor. Mandla, madencileri kurtarmak için verdiği tüm emeğe rağmen hiçbir şey elde edemediğinden yakınıyor. Fırsat verilirse, tekrar bir kuyuya inip altın arayacağını söylüyor.
George ve Alfred için ise yeraltına iniş günleri artık geride kaldı. “Tüm bu şeyleri gördüm, hepsi kafamda,” diyor George; o sırada pencereden kızının kahkahaları duyuluyor. Şimdi olmak istediği yer tam burası, Khuma’daki mütevazı evi: annesinin saksı çiçekleri, çocuklarının okul başarı belgeleri ve televizyonda futbol oynayan Orlando Pirates. Yasa dışı madencilikten hüküm giydi ve 7.000 rand (400 dolar) para cezasını ödeyene kadar dört gün hapis yattı. Alfred’in davası ise hâlâ sürüyor.
Bazen sohbetlerimizde, bu iki eski dost ubuntu’dan söz etti – başkalarına yardım ederek insanlığını bulmayı teşvik eden geleneksel bir Afrika felsefesi. Yasa dışı davrandıklarını inkâr etmiyorlar. Ancak bakanlara ve polise soruyorlar: Bu insanlar, ubuntu’yu neden yalnızca başkalarını cezalandırmakta kullanıyor? “Yalan söylemeyeceğim,” dedi Alfred, sanki ölülerin sesini çağırıyormuş gibi. “Bizi onlar öldürdü.”